27 Eylül 2007 Perşembe

KONUK YAZARLAR

Kadın Şiiri

Shahareh (Şerâre) KÂMRÂNÎ

"Özgeçmiş: 1973 yılında doğdu. Tahran’da yaşıyor. İktisat mezunu. Şair ve çevirmen. “Allah’ın Sofrasının Başında” adlı yapıtı bulunuyor. Mustafa Kutlu’nun “Mavi Kuş”, İbrahim Sadri’nin “Adam Gibi”, Necip Fazıl Kısakürek’in “Çile” adlı yapıtlarını Türkçe’den Farsça’ya çevirdi."


Öncelikle, neden “kadın şiiri?” diye sorulabilir. Acaba edebiyat bu tür sınıflandırmaları kabul eder mi? Açıktır ki belirli bir konuda kenarda yer alan gruplar, çeşitli isimlerle kendilerini kanıtlamaya çalışırlar.

Diğer yandan, edebiyat, gerçeğin kaybolmuş ve gizlenmiş yönlerini, tozlanmış tarih sayfalarının altından gün yüzüne çıkarma gayretindedir. Edebiyatın bir bölümü azınlıklara ilişkin gerçekleri incelediğinden, azınlıklar “kendilerine ait” bir edebiyat yaratırlar.

Tarihsel azınlık olarak niteleyebileceğimiz kadınlar için de özel bir edebiyat türü tasavvur edilebilir. Azınlık olarak tasavvur edilmelerinin nedeni ise akıldır. Tarih boyunca erkek unsuru ön planda tutulmuştur. Bu şekilde kadınlar, yaratılışın eksik yarıları olarak, tam yarıların egemenliği altında kalmışlardır.

Tarih boyunca hikmet ve düşünce ile uğraşan şair, yalnızca Fars kültüründe değil tüm dünyada, eril sıfatıyla nitelenmiştir. Kadınlar genellikle şiirden uzak durmuşlardır. Çünkü böylesine yüce bir konuma ulaşmak, hatta bu eksik yarımların cesaretlerini topladıkları zamanlarda bile onların akıllarından geçmemiştir. Zamanla kadınlar düşünce vadisinin tekelci töhmetlerinden kaçmak için erkek isimleri kullanarak şiir söylemeye başlamışlardır. Bazı araştırmacıların Shakespeare’in kadın olduğunu ve erkek ismi kullanarak ünlendiğini ileri sürdüklerini duymuşsunuzdur.

Tarihte her olayın bir başlangıcı vardır. Kadınların şiir söylemeye başlamalarının da bir tarihi vardır. Fars şiiri tarihi, kadın şiirinin 10. yüzyılda başladığını söyler. Fars tarihine göre bu sınırlar içerisinde yetişmiş ilk kadın şair, Râbia Kazdârî’dir.

Eğer her metnin önceki metinlere dayandığı; hiçbir şeyin birden ortaya çıkmadığı düşüncesini kabul edersek Râbia’yı alternatif kadın edebiyatının çağlar boyunca adı tarihte kaydolunmuş ilk kadın şairi kabul etmemiz gerekir. Kadın şiirinin başlatıcısı veya ilk kadın şair olarak değil. Bu kabule göre Râbia’dan önce, Râbia’nın şiirlerinin temelini oluşturan şiirler söylemiş kadın şairler olduğu sonucuna varırız.

Tarihin seslerini duymadığı veya bir nedenle kendilerinden söz etmediği nice kadın şairler olduğu kesindir. Tarihte bu gibi durumlarla çokça karşılaşılır. Tarihin, özellikle feminist eğilimlere karşı, taraflı olması kavramının altında yatan da budur. Sizce nasıl? Siz, toplum kültürünün bugüne oranla daha ataerkil olduğu o dönemde hiçbir destek olmadan bir gece bir kadının kadınlar arasından başını kaldırıp güçlü şiirler söyleyerek vâkanüvisi adını tarihe kaydetmeye zorladığını mı sanıyorsunuz? Elbette Râbia, o dönemin kadın şiirinin tek temsilcisi değildi ve tarih, artık kaçış yolu bulamadığından, bu gruptaki kadınlardan bir kısmının adını anmaya mecbur kalmıştı: Habbâbe, Muğniye, Bezl, Denânîr, İzze Milâ, v. b.

Şiirde kadın şairlerin siması, sözgelimi Fars şiiri tarihindeki kadın siması, diğer ulusların tarihinde olduğu gibi kötü tasvir edilmiştir. Tarihin kendine olan özgüven eksikliğinin devam etmesinden dolayı erkek egemenliği devam etmektedir. Asırlar boyunca bireysel ve toplumsal seçkinciliğin her türü şairliği kadına layık görmemiş ve tarih boyunca onu aşk tanrıçası ve doğurganlığın sembolü görerek kişiliğine saldırıda bulunmuşlardır.

Acaba kurallara ve egemen yasalara karşı çıkan bir kadının yazgısı nedir? Fars şiirinin ilk kadın şairi kardeşinin emriyle Bektaş adında bir köleye gönül verdiği gerekçesiyle hamamda öldürülüyor. Ve böylece Râbia’nın sesi; Fars şiirinin güçlü kadın sesi yeniden susmuş oldu.

Râbia’dan sonra tarihte adı anılan ikinci kadın şair Muhtesî’dir. 11. yüzyılın sonlarında ve 12. yüzyılın başlarında yaşayan Muhtesî’nin şiirleri tarihin kulaklarında yankılanmıştır. Elbette bu dönemde de kadın kişiliğine, özellikle de şair kadının kişiliğine saldırı kuvvetle devam etmekteydi.

Gerçek şudur; Râbia’dan Muhtesî’ye, sonrasında Padişah Hatun ve Melik Cihan Hatun’a kadarki o boğucu dönem içerisinde kadının, bir azınlık olarak sahip olduğu sınırlar çerçevesinde, şairlik yeteneğini ortaya çıkarmasını sağlayan asıl etken ne onların gözle görülür şairlik eğilimleri ne de sözlerinin sağlamlığı ve açıklığıdır. Hepsinin başarısının asıl sebebi, ailevî ve sınıfsal üstünlükleri, dolayısıyla, sahip oldukları konumsal imtiyazdı. Yoksa normal bir kadın, nasıl öyle bir atmosferde, dönemin seçkin toplulukları arasındaki rekabeti birbirine katıp öne çıkabilir ve mevcut durumu değiştirerek geleneğe başkaldırabilirdi? Tüm bunlarla birlikte, biz bugün, bir cinsi diğerine üstün tutmak veya aralarında bir sistem oluşturmak ya da birinin düşüncesini diğerine üstün kılmak niyetinde değiliz. Yapmak istediğimiz iki cinse mensup şairlerin söyledikleri şiirler arasındaki olumlu diyalog sürecinin geç başlamasının nedenlerini ortaya koymaktır.

Antik dönemde kadının toplumun temel direği sayıldığını biliyoruz. Ama bu, o dönemde kadının erkeğe üstünlüğü anlamına gelmiyordu. Altın çağ adı verilen bu çağda kadın ve erkek doğal ortamlarında, barış içerisinde yan yana yaşamakta ve ayakta kalabilmek için birlikte çaba göstermekteydiler. Erkek ava gider, kadın ise düzeni sağlama görevini üstlenirdi.

Zamanla erkek, avcılıktan aldığı güçle, sonraları ise çiftçilik ve ondan elde ettiği bol ürünün gücüyle, daha sonraları ise elinde bulundurduğu mal ve bunun sonucu ortaya çıkan miras belirleme ihtiyacı ile güç odağı olma yönüne meyletti. Kadın böyle bu konuda etkin bir role sahip olmadığından güçsüzleşti ve erkeğe belirleyici bir kimlik kazandırdı.

Kadın, sahip olduğu ev idareciliği ve çocuk bakımı rolüne rağmen kenara itildi; çünkü elde edilenler miras yoluyla erkeğe geçiyor ve bu durum erkeğe, kadının ulaşamayacağı bir güç kazandırıyordu. Bu şekilde çeşitli kültürlerde kadının en aşağı düzeye kadar devam eden inzivaya çekilme süreci başlamış oldu.

İslâm’ın yayılmasıyla hakir görülen kadın, itildiği karanlık kuyudan dışarı çekildi. Tekrar onuruna kavuştu. İslâm, kadın ve erkeğin değerini takvâya göre belirledi. İki cinse de herhangi bir üstünlük tanımadan kadın ve erkeği birbirlerinin tamamlayıcısı olarak niteledi. Bu semavî dinin egemen olmasının ardından aşağı doğru seyreden kadın kişiliğinin mantıksal yükselişe geçmesi beklenirdi. Ama dini gerçekten benimsemiş sınırlı topluluklar dışında, kadın bütün boyutlarıyla olması gerektiği konuma erişebildi mi?

Gerçek şu ki, tüm dinlerde, din adına ve toplumun gelişmesi adına, yaşamın getirilerini adaletsizce paylaştırmaktan kaçınmak için kadına anlamsız bazı ölçütler verilmiş ve bu durum kadını öncekinden daha fazla inzivaya sürüklemiştir.

Simon De Boire tarafından ortaya atılan “ikinci cins” kavramının da Ahd-i Atik’te kökleri bulunmaktadır. İslâm dininde de, Kur’ân’ın kadına izzet veren açık ifadesine[1] ve Hz. Peygamber’den (s) ve İmâmlar’dan nakledilen hadîslere rağmen ve masum şair Hz. Fâtıma ve yerle bir edici mantığın sahibi Hz. Zeynep gibi seçkin kadın kişiliklerine karşın yine de kadın simasının tahrifiyle karşılaşmaktayız.


Tüm bunlara rağmen, edebiyat tarihinde kadının genel itibariyle üç siması olduğunu söyleyebiliriz:
1. Övülenler, 2. Yerilenler ve 3. Sevgililer.

Birinci gruptaki kadınlar iradeli ve cesur kadınlardır. Onlar bu özellikleriyle erkeklere benzerler. Çünkü o dönemin dünyasında ve edebiyatında, söz konusu sıfat “erkeklik” sıfatları arasında sayılmıştır. Firdevsî’nin Şahnâme’sinde bu sıfata sahip çok sayıda kadının adı geçer. Tehmîne, Rûdâbe, Gerdâferîd, Sîndoht gibi kahraman yetiştiren kahraman kadınlar.

Kuşkusuz zeki ve aydın görüşlü Firdevsî gibi bir şairin şiirinde kadın, işleviyle önem kazanmıştır. Kadın yaptığı iş ile kınanır veya övülür. Bu tarz düşüncenin izlerini, bazı çağdaş feminist söylemlerde bulabiliriz. Cinsiyet ötesi bir bakışla, fizyoloji ve psikolojiyi göz ardı ederek, her kadının yeteneğini göz önüne sermek gerekir. Kadın eğer para ve güç sahibi erkeklerle her konuda aynı konumda olmak istiyorsa kendisini türlü yeteneklerle donatmalıdır. Her halükarda Şahnâme’ye göre daha “erkek” olmak, insana değer katan bir özelliktir. Son bakış açısına göre de kadın, tam anlamıyla ataerkil olan bir toplumda işlevi ölçüsünde yaşamın getirilerinden faydalanır ve övülür.

İkinci gruptaki kadınlar, yaşamın görünen kısmından başka bir şey seçemeyen dar görüşlü kadınlardır. Edebiyat tarihinde, özellikle didaktik edebiyatta, bu tür kadınlar şiddetle kınanırlar ve kimi zaman da hayvanlara benzetilirler. Onlar birkaç gün geçirmek, yemek, içmek ve uyumak için dünyaya gelmişlerdir. Erkeklere, kemale erme yolunda bu tür kadınlardan uzak durmaları tavsiye edilmiştir.

Üçüncü gruptaki kadınların yaşamlarını incelendiğimizde, önceki dönemlerde kadının durumu hakkında somut bir bilgi elde edemeyiz. Onların farklı toplumsal sınıflar arasında gerçek konumları yoktur. Sanki gerçek bir varlıkları da yoktur. Onlar, o dönemlerde, normal kadınların görevlerinden ve içinde bulundukları şartlardan habersiz perde ardında kalmış sevgililerdir.

Bu üç grup kadını incelediğimiz zaman karşımıza hoşumuza gidecek bir tablo çıkmaz. Onlar, edilgen ve yaşamın kenarında kalmış ve beğenilmeyen sıfatlarla donanmış varlıklardır: Hileci, eksik akıl, şaşkın, düşünsel ve eylemsel bağımsızlığa meylettiklerinde hain ve affedilmez eylemlerin failleridirler.
Ama nasıl akarsu kayalıklar arasında kendine yol bulur ve akmaya devam ederse, Fars edebiyatında da kadın şiiri kendi yolunu bulmuş ve devam etmiştir.

Muhtesî’nin parladığı dönemden 14. yüzyıla kadarki bu dönem, İran toplumunda esaslı değişimlerin meydana geldiği bir dönemdir, kadın şiirinin göğünde başka yıldızlar parlamıştır:
Cihan Melik Hatun, 14. yüzyıl
Mihrî-i Herevî, 15. yüzyıl
Cemîle ve Zaifî-i Semerkandî, 16. yüzyıl
Dilâram ve Bîgem, 17. yüzyıl

Ama aynı taraflı kalem, yani tarih bu kadınların şairlik özelliklerinden ve şiirlerinden ziyade yüz güzelliklerinden, sınıfsal üstünlüklerinden v.b. söz etmiştir.

Bu uyanış ve kadınların toplumsal hayata katılımı Meşrutiyet’e kadar devam etmiştir.İran’da benzersiz siyasî ve sosyal değişimlerin boy göstereceği döneme yaklaşılan bu dönemlerde şiir de; hem kadın hem erkek şiiri, radikal bir değişim geçirmiştir. Şiir yavaş yavaş aristokrat zümrenin dışına çıkmış, halkla ve halkın sorunlarıyla tanışmaya başlamıştır.

O dönemde erkeklerin kadınlara bakışının da bir ölçüde değiştiğini itiraf etmek gerekir. Elbette bunun en büyük nedeni Meşrutiyet hareketinin kadınları bir araç olarak kullanmasıdır. Şu anlamda ki, tarihin tüm hassas dönemlerinde olduğu gibi erkekler, daha sonra onları yeniden kenarda tutmak ümidiyle, bu suskun topluluğun potansiyel gücünden faydalanarak hareketi zafere ulaştırmışlardır.

Ancak set çatladığında suyun önünü almak zor olur. Bu dönemde İran’dan Avrupa’ya giden aydın insanlar, Fransız İnkılâbı sonrası meydana gelen köklü sosyal değişimleri İran’da anlatmışlardır. Kapitalizm, ucuz iş gücünden faydalanmak için kadınları evden dışarı çıkarmış, kadınlar da erkek egemen toplumda kendilerini ispatlamak için çaba göstermeye başlamışlardır. Ancak bu hareket çok kısa bir zaman sonra Kapitalizm’in başka bir araç olarak kullanmayı planladığı seksin ağlarına yakalanmıştır.

Fasl-ı Bahar Hanım, Âlemtac Kâimmakamî, Hamide Sipehrî, Şems Kesmâî, Bedrî Tendrî, Mihrtac Rahşân, (çağdaş şair Simin Behbehânî’nin annesi) Fahr Azmî … Meşrutiyet ile Pervin’in parladığı dönem aralığında İran edebiyat göğünde parlamış şairlerden bazılarıdır.

Bu kadınların şiirlerinin teması, geçmiş tarihin zulmünün yanısıra yoksul ve işçi kesimin yaşadığı sıkıntılardır. Bu yönelişte Rus Bolşevizminin etkisinin ve nüfuzunun olduğu söylenebilir. Bu konular, zamanla dönemin en etkili edebiyat dergisi olan Azâdistan’da da işlenmeye başlamıştır. Bu dergide ilk defa Şems Kesmâî Cafer Hamane ve Takî Rafet ile birlikte mevcut şairlik geleneğini yıkma girişiminde bulunmuş, eskilerin şiir biçiminden ve dilinden yüz çevirmişlerdir. Başlangıçta geleneğe başkaldırı boş bir çaba gibi görünse de, başlarını bir kadının çektiği bu grup Fars şiirinin değişmesi gerektiğinde ısrar ettiler. Onlar, hiçbir zaman muhafazakârların alaycı tavırları karşısında eğilmediler.
Yeni dünyayı görmek için yeni bir bakış açısı gerekmiyor muydu? Bu hareketi, Nîmâ Yûşic devam ettirdi. Şiirde klâsik şiirin genel bakışının egemenliğinde detayları görerek veznin ve kafiyenin dar duvarları arasından dışarı çıktı. İnsaflı bir bakış hiçbir zaman bu değişimlerin sonuç vermesinde kadınların, özellikle de Şems Kesmâî’nin rolünü inkâr edemez.

Pervin Yıldızı;
Pervin, farklı bir şekilde yetişmişti. Aydın bir insan olan babası kızını müsbet görüşlerle ve ahlâkla tanıştırmış, onu şairliğe yöneltecek temeli olan bir edebiyat topluluğu arasında yetiştirmişti. Merhûm Dehhuda, Mirzade Aşkî, İrec Mirza ve dönemin özgür düşünceli birkaç aydını daha bu topluluk arasında yer alıyordu.

Kimi zaman Fransızcadan Farsçaya çeviri yapan Pervin daha sonra çevirdiği metni zihin gücünün yardımıyla nazıma aktarıyordu. Pervin çok kısa sürede üne kavuştu ve uzun süre şöhret göğünde dolaştı. Pervin, eğitsel ve eleştirel şiirlerinde kadın ruhundan ve dilinden uzaklaşır. Sanki o, ilerlemekte olan zamanın insanına ve kadınına yabancıdır ve sanki o, kadınlık ruhunu susturmuştur.
Bununla birlikte o, bazı şiirlerinde kadının ekonomik bağımlılığını bu cinsin aşağılanmasının nedeni olarak gösterir ve kadının değerini bağımsızlığında ve kendine yetmesinde görür.

Bugün de kadınlarla ilgili tartışmalarda bu konuyla karşılaşmaktayız. İyi denilebilecek bir işe sahip olan kadınlar iş güçlerini satmayı güç ve özgürlük elde etme aracı olarak görmektedirler.

İran’ın tedricî uyanış hareketinin devamında kadın insanî güzel hasletleri ile erkekle omuz omuza daha iyi bir yaşam kurmak için şiir söylemeye başladı. Bu türe örnek olabilecek şiirleri Ahmed Şamlû’nun, İhvân-ı Sâlis’in, Simin Behbehanî’nin, Suhrab Sipihrî’nin ve Tahire Saffarzade’nin eserlerinde bulabiliriz. Hayal olmayan, gerçekliklerinden söz edilen kadınlar. Her ne kadar henüz iffetsizlik gibi sıfatlar onlara yakıştırılsa da bu tür şairler toplumun gerçeklerini şiirlerinde yansıttıklarından Tahire Saffarzade, Tulelli, Nîmâ, Nusret Rahmanî … gibi şairlerin şiirlerinde bu tarz ifadelere yer vermeleri doğaldı.

Tüm bunlarla birlikte bu yıllarda kadın, sinirli ve isyancı bir simaya sahiptir. Kadın, toplumun erkek egemen kurallarının ve erkek için aşk aracı olmanın dışına çıkmış, kimi zaman âşık bir varlık olarak durumundan ve iç dünyasından söz etmiştir.

İsyan şiirleri, yapılan tanımların dışına çıkma isteğinin dillendirilmesidir. Furuğ-i Ferruhzâd’ın, Simin Behbehanî’nin ve Tahire Saffarzâde’nin şiirleri isyan şiirlerinin en güzel örnekleridir.

Bu dönemden sonra kadının, Fars şiirinde farklı bir sima kazandığını, işlenen konuların değiştiğini görmekteyiz. O erkek cinsi gibi kültürel, toplumsal ve siyasal konularda söz söylemeye başlamıştır. Anne veya eş olduğu durumda edilgenlikten kurtulmuştur. Hatta mitolojik bir bakışla yaratıcı ve doğurgan toprak şeklinde betimlenmiştir (Tahire Saffarzâde’nin şiirlerinde olduğu gibi).
“O ikisi birbirine kavuştu,
Bulutlu bir hâle içerisinde korkulu adımlarla
O ikisi birbirine kavuştu
Babam gök, annem toprak idi.”

Tüm bu anlatılanlardan farklı olarak o dönemin kadın şiirinde kronik bir gelecek korkusu göze
çarpmaktadır. Elbette bu korku, eski edebiyatın kadına yamadığı korku ve zaaftan farklıdır. Şartların
iyileşmemesi ve gelecek korkusu Simin Behbehanî’nin şiirlerinde çok güzel bir biçimde
betimlenmiştir:
“Acı! Bu kalp kıran harabede
Asla seni amacına ulaştıracak bir yol olmayacak.
Asla bir mektep ya da okulda,
Sevgiyle eteğin temiz kalmayacak.”

Kadın ruhunu işleyen en güzel şiir örneklerine Furuğ-i Ferruhzâd’ın şiirlerinde rastlarız. Onun şiirinde kadınlık dalgalanır. Bu, Ferruhzâd’ı kendisinden önceki şairlerden ayıran en önemli yöndür. O tecrübeci bir şairdir. Eleştirmenlerin çoğu onun ilk üç kitabını “bir cesur kadın şairin, daha sonra basamakları çıkmasında kendisine yarar sağlayan alıştırmaları” şeklinde nitelerler.

Furuğ, keşmekeşliklerle dolu bir ailede çocukluğunu heyecanla geçirdikten sonra hassas ve üzgün bir ruh haliyle genç kızlığa adım atmış isyancı ruha sahip bir kadındı. 16 yaşında evlendi. Ama sorunlar çok kısa bir zamanda yaşamını alt üst etti. Bu dönemde şiir yazmaya başlayan Furuğ, daha hassas ve daha asi bir ruhla çalışmalarına devam etti. 17-25 yaş arasında “Esir”, “Duvar”, ve “İsyan” adlı kitaplarını yayımladı. Bu kitaplarında daha çok iç dünyasını anlatıyordu. Dörtlük biçiminde yazdığı şiirlerinin çoğunda eski temaları işliyor, klişeleşmiş dili taklit ediyordu. Furuğ bu dönemde şiirin biçimi ve bölümleri arasındaki mantıksal uyumu göz önünde bulundurmuyordu. Henüz kendisini ve dünyayı doğru dürüst tanımadığı bu dönemde yalnızca duygularını kaleme alıyordu. Çok uzun sürmeyen bir sürecin ardından tam da bu kadın şairin ruhî ve malî bunalıma girdiği dönemde şiirleri gerçek konumuna ulaştı ve değerini gösterdi.

Bu dönemde Furuğ’un yorgun ama isyancı ruhu kendisini erotik ve saldırgan şiirlerinde gösterir. Bazı eleştirmenler, özellikle kadın şiiri konusunda çalışanlar, Furuğ’un bu dönemde verdiği ürünlerle diğer kadın şairlerden tamamen ayrıldığı görüşündedirler. Elbette bu tür örneklere başka kadın şairlerin eserlerinde rastlamak mümkündür. Ancak Doğulu kadını çevreleyen unsurlar el ele verip genellikle Doğulu kadın şaire şiirlerinde bu tür konuları işleme imkânı tanımaz. Veya bu tür konuların erkek şairlerin şiirlerinde işlenmesi hiçbir zaman erdem sayılmamış, sanatsal becerilerin söz konusu edildiği yerde hiçbir zaman yetenek bu tür konuların işlenmesiyle ön plana çıkmamıştır. Genel itibariyle, cinsel ve tensel konularda güçlü bir kaleme sahip olmak iki cinsin yazınsal yetkinliğini gösterme aracı olarak görülemez.

Her halükarda bu tür şiirlere, sosyolojik bir bakış, genç bir kadının korkusuzca geleneğe ve toplumsal değerlere karşı çıkmasının altında yatan nedenleri irdeleyebilir. Gerçi sözcük oyunları, Furuğ’un bu tavrını yenilikçi bir hareket olarak isimlendirmemize olanak tanımaktadır. Bu dönemde onun şiirine zenginlik katan şey, bu tür konuları işlemesi değildir. O, olayların inceliğini görmüş, şairâne bir şekilde incelemiş ve onun vücudunda şiir ve yaşam bir bütün haline gelmiştir.

Yenilikçi hareketler bu şekilde devam etmiştir. Modern hayatta ve elbette günümüz şiirinde kadınlar, “kadın dili” aracılığıyla yeni tecrübelerini anlatmak istemektedirler.


[1]
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 13)


İran Şiir Cumhuriyeti

Hamid Reza Shekarsari

"Özgeçmişi: 1966 yılında Tahran’da doğdu. Şair ve eleştirmen. “Yine Bir Cuma Geçti-1996”, “Çağdaş Edebiyat Seçkisi-2000”, “Işıkların Hepsinden-2003”, yayınlanmış yapıtlarından birkaçı.. Eleştiri yazılarını, “Susmadan Konuşmak-2004” adlı kitabında topladı. Pek çok şiiri İtalyanca’ya çevrildi. İran’ın en meşhur edebi konferansçılarından biri olarak ün yaptı."

Her çağın veya her dönemin özel bir zamanına ait şiirin tarihini tanımak, o şiirin kalitesini anlamak ve onun gelecekteki şiire etkisini tahmin etmek kaçınılmaz bir gereksinimdır.

Şiir akımlarını inceleyen bir araştırmacı, onların tarihi bağını gözardı ederse, çalışmalarında gelenek ve yenilikleri birbirinden ayırdetmekte yanlış yapma ihtimali yüksektir.

Araştırmacı, dönemin siyasal, kültürel, sosyal ve hatta ekonomik değişikliklerinin tarihini iyi bilmelidir. Zira, Farsça düz şiirin babası olarak bilinen Nima’nın da dediği gibi “dünyanın hiç bir yerinde, sanat eserleri ve onda saklı bulunan duygular değişmemiştir. Bu, ancak sosyal yaşamın değişmesi sonucunda değişebilir.”
[1] Diğer yandan çeşitli devirlere ait sanatçılar arasındaki mesafeyi belirlemek amacıyla yapılan incelemelerde, daha çok farklılıklar ön plana çıkarılmakta ve benzerlikler ciddi olarak dikkate alınmamaktadır; bu yüzden yeni uslupların ortaya çıktığı yanılgısı doğmaktadır ki, bu doğru değildir. Böyle bir kopukluk, siyasette mümkün olsa da, edebiyatta felsefi bir yanlışlıktır.

Nima ve ondan sonra ortaya çıkan şiir, dönemin siyasal, kültürel ve sosyal talepleri üzerine ortaya çıkmıştır. 1920’lerde ortaya çıkan yüzeysel demokrasi ürünü siyasal şiir, 1930 ve 1940’lardan sonra ortaya çıkan siyasal ve partizan şiir, o dönemin siyasal ve sosyal atmosferinden kaynaklanan karmaşık soruların açık cevabıdır.

Sloganik, çekişmesiz ve şiddetsiz dönemlere zemin hazırlayan “yenilgi şiiri”, aynı zamanda şiirin kendisi ile ilgili düşünme fırsatı, şiir teorilerinin yaratılması ve ardından teorize edilmiş çerçevelerde şiir söyleme olanağını da sağlamış oldu. 10, 15 yıllık kısa bir süre içerisinde “yeni dalga şiiri”, “hacim şiiri”, “plastik şiir”, “halis şiir” ve benzeri usluplar, o dalgalar ve akımların sonucu olarak bu doğrultuda birbiri ardından ortaya çıkmış; ve bazen aynı hızla unutulmuş ve hatıralardan silinmiştir.
[2]

Her biri farklı dallar ve çeşitli bakış açılarından yaratılmış olsa da, genel olarak İran İslam inkılabı öncesi edebi atmosferde söylenen üç çeşit şiirden bahsetmek mümkündür :

Potansiyel sanat sembolleri ve işaretlerini kaybetmiş, bazen açık, sloganik, asabi ve genelde hamasî, ümit verici ve heyecan yaratıcı bir bildiri niteliğine indirgenmiş, siyasal ve sosyal şiir. Bu şiir o dönem sanatçılarının zihninde şekillenen kapsamlı hayat önceliklerinin bir sonucudur. “Gerçekte marifet, basit ve doğru bir gidişat doğrultusunda bir düşünceye dönüşerek yaşamın belli bir sahasıyla çekişme içerisindeydi. İşte bu, her şeyi kapsayabilen siyasal saha idi... Sonuçta siyasi boyut dışında düşünmeyi olanaksız gören ve hatta sadece siyasi düşünceyi doğru düşünce olarak gören bir sonuç”.
[3] Böylesine siyasetzede bir ortamda şiir de âfetlerden korunamamıştır. Dolayısıyla bir çok şair, edebi bakışla devrimci eylem arasında gerçek bir birlik oluşturarak sloganik bir şiir uslubu ortaya çıkarmıştır. Bu yazının devamında söyleyeceğim gibi İslam inkılabının gerçekleşmesi ile birlikte bu uslup daha da ivme kazanmıştır.

Tahmin edilebileceği gibi teorisyenlerin suskunluğu/yenilgisiyle! sonuçlanan edebi görüşlerin dalgaları arasından ortaya çıkan teorizede şiir. Bu uslup İslam inkılabının gerçekleşmesi ile, tahmin edilenden daha uzun süren bir suskunluk dönemi olmuştur. Zira devrim, en azından ilk dönemlerde, kendi hedeflerine hizmet eden bir şiir istiyordu, ancak bu şiirler, kendi teorisyenlerinin hedeflerine ulaşmaktan başka hiçbir şeyi düşünmüyor ve sonuçta özel bir kesime (bir kısım şairlere) hitabediyordu.

Dönemin yararsız şiirinin devamı olan seks dalgalarına binmiş nötr ve etkisiz romantik şiir. Önceki yılların romantik şiirinin tahtsız ve taçsız varisi sayılan ancak onun inkar edilemez hayal gücünden yoksun olan bu tür şiir, dönemin bir çok popüler gazete ve dergilerinin köşelerini doldurmaktaydı. Halbuki, önceki iki çeşit şiir, az sayıda olsa bile edebi kesime ait bazı dergilerde veya düşük baskılı kitaplarda yayımlanmaktaydı.

Bu arada çağdaş şiirin en zor yıllarında her türlü aşırılık ve esneklikten uzak cesurca yoluna devam eden kalıcı sesleri de gözardı etmemek lazım.

Büyük “Şamlu” ne slogancılara karşı, ne de teorisyenlere karşı, hiç bir zaman yıldı. Muhafazakar bir şekilde “Nima”nın yolunu devam eden “Ahavan”. Hiç bir baskı altında eğilmeyen, zirveye kadar yükselen ve orada sönen “Sohrab Sepehri”. Ve “Tahire Saffarzade”, “Muhammedrıza Şafi’i Kadkani”, “Ali Musavi Garmarudi”, “Manuçehr Ataşi”, “İsmail Nuri”, “Nemat Mirzazade”, “Hüseyin Munzavi” gibi şairlerden parlayan şiirler…

* * *
İslam inkılabı İran’ın tüm sütunlarını etkiledi. Bu toplu değişiklik, Nima’nın da dediği gibi şiir başta olmak üzere bütün sanat eserlerinde derin ve geniş bir değişiklik meydana getirdi. Başka bir ifadeyle İran devriminin en kesin sonuçlarını edebi devrimde görmek mümkündür.

İran islam inkılabının ilk ve en büyük etkilerinden biri (verileri!), “Şiir Cumhuriyetinin” ortaya çıkması olmuştur.
[4]

Devrimin tüm alanlarında hazır bulunarak yüzyılın en büyük reformlarından birini gerçekleştirdiklerini gören halk, isteyerek veya istemiyerek her alanda var olmak istedi. Var olmak için en elverişli ve en geniş alanlardan biri, sanat alanı, özellilkle de edebiyat ve şiir alanı görüldü. Bu son alanın elverişli olması, İran halkının yüzyıllar boyunca gönlünün derinliklerinde yuva kuran şiirden kaynaklanmaktadır.

İslam inkılabı İran halkına, giderek tüm topluma yayılan bir demokrasi veya en azından bir tür demokrasi armağan etmiştir. Şiir başta olmak üzere tüm sanat alanları diğer alanlarda olduğu gibi bu armağandan yararlanmıştır.

İslam inkılabından önce sadece toplumdaki aydınlar reformcu rolde şiirler yazsa da, şimdi her kesimden ve her sosyal gruptan şairler, reformcu rolünü üstlenerek, şiire kendi bakış açılarından bakmaktaydılar (bu bakış açısı başlangıçta toplu görüşlerle yakınlık ve hatta benzerlikler taşımaktaydı). Böyle bir kalabalık ortamda sayısal açıdan yüksek olmakla birlikte, kalite açısından İran şiirinin 50’lerdeki düşük düzeyinde olacağını tahmin etmek kolay olacaktı.

“Devrim, başı boş Modernizm akımını frenleyen bir harekettir. Yani kendi içinde değişime açık olduğu halde, geleneksel bir harekettir. Bu geleneksel devrim her alanda (yeniden) geleneklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
[5] Bu yüzden İran şiirine egemen olan söylemin değişmesi, “İran Şiir Cumhuriyeti” oluşumunun en bariz bir sonucu olduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla devrimin gerçekleşmesi ile birlikte, uzun süre İran şiirinde görünen klasik kalıplar, fırsattan yararlanarak, oturmuş şiir metinlerine isyan ederek kendileri oturmuş metne dönüştüler. İran İslam inkılabının geleneksel ve fanatik mahiyeti, dönemin siyasal ve sosyal eylemlerine karşı duyarsız kalan yeni şiirin büyük bölümüne gösterilen infiali ve doğal aşırı tepkiyi beraberinde getirmiş ve onu körüklemiştir.

Bir çok şair isteyerek yada istemeyerek bu durumun ortaya çıkmasında yeni kalıpları suçlamış, hatta bazı yeni şiir yazanlar bile klasik şiire yönelmişlerdir. Bu arada, gazel, mesnevi, dörtlük ve rubai daha fazla ilgi görmüştür.
“Bir sabah bana gel, beni yerden kopar,
Bana bir bak, baştan ayağa altın kıl,
Bu kanlı gövdemi yataktan al,
Beni omuzuna al, Allah’a yaklaştır,
Bu ufuklarda hep çiçekler bitmiş,
Ben şehitlerin kanıyım, bana, lâle diye seslen”
Mansur Avcı


“Şehidin boğazında bir kaplan yatıyor
İçindeki üzüntüde siyah bir bulut yatıyor
Kükredikten sonra düşerse,
Yeryüzünde sanki büyük bir dağ yatıyor”
Mansur Paymard

Diğer yandan klasiklerin zenginliği ve yeni kurulan şiir cuhuriyetinin özellikle genç şairleri arasında düz şiir yazma deneyiminin yokluğu, İran şiirinde egemen olan söylemin değişmesini sağlayan etkenler arasındadır. Entelektüel toplulukların baş tacı olan yeni şiir topluluklarında bulunmayan şairler, bu üslubun yabancısı oldular, şiir deyince İran edebiyat tarihinin büyük klasik şairleri akıllarına geliyordu. Diğer taraftan şairlerin muhatap alanlarını genişletme isteği ve bu muhatapların klasik şiire olan ilgisi, bu kalıpların yeniden canlanmasını beraberinde getirmiştir. O dönemin genç şairleri gibi, şiirle olan bağları sadece klasik şiirle sınırlı kalan muhataplar…
“Kanlı bayrakla savaş meydanına gel,
Düşmanın saflarını kır dök ey yiğit,
Mertce namerdin gözü önünde yıka,
Kanının kırmızısı ile sararmış yüzünü“
Nasrullah Merdani

Son olarak, şiir dalgaları ve akımlarının, her türlü yabancı olguya karşı susma edebiyatından kaynaklanan, İslam inkılabı gibi geniş ve büyük bir olayın karşısında da susmaları yüzünden, siyasal ve sosyal sorumluluklarını edebi sorumluluklarından her zaman daha üstün gören klasik uslup şairlerine, İslam inkılabından onceki yıllarda İran şiirine egemen olan söylemi değiştirmek için bulumaz bir fırsat sunmuştur. Bu suskunluk, 1920’lerin siyasetzede ortamında İran şiirinin düşüşüne karşı gösterilen aşırı bir tepki sayılırdı. Gerçi aynı akımlar 60’lı yılların ortasında ve daha ciddi bir biçimde 70’li yıllarda, bu kez İslam inkılabı gibi büyük bir tecrübeyi yaşamak suretiyle çağdaş dünya alanına yeniden yönelmişlerdir.

Her ne kadar klasik kalıplara yeniden yönelmek, yeni şiirin yavaşlamasına sebep olmuşsa da diğer taraftan eski şiir kalıplarındaki bilinmeyen yanların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Aynı zamanda İran halkının şiirle yeniden barışmasına katkı sağlayarak, halkın şiirden tamamen kopmasını önlemiş veya en azından ertelemiştir. Bu kalıpların canlanması onlarda yeni buluşlar yaratma zeminini de hazırlamış, diğer yandan, klasik şiirde hala keşfedilmemiş yanların olduğunu ortaya koymuştur. Işte bu yeni buluşlar, İran Şiir Cumhuriyetinde klasik kalıplara yönelmekle, “dönüşüm” devrindeki irticai yönelmeyi birbiriyle karşılaştırmanın temelden yanlış olduğunu göstermektedir.

Burada şunu söylemek gerekir ki, yeni şiir alanında Nima’nın, klasik şiirle beyaz şiir arasında bir halka gibi olan düz şiiri, kopukluğu ertelemek açısından çok etkili olmuştur. Başka bir ifadeyle bu kalıp da klasik kalıplar gibi çok kullanışlı olarak kalmıştır.
“Tek el ses getirmez,
Düşman tek bir sesten korkmaz
Bu yaşlı kurt,
Sürüden ayrılmış kuzuyu yiyor,
Binlerce el ve ses bir olmalı,
Düşmanı meydandan atmak için,
Sabahın kıyısız gecesini etkisiz kılmak için,
Ve Doğudan güneş doğuncaya kadar,
Tek sesle birlikte
Binlerce el gerek“
Sirus Niru

“Biz hiçbir zaman,
Maskeninn arkasındaki şeyden korkmadık,
Hiçbir zaman
Maskenin arkasındaki hileden güvende olmadık,
Arkamızda tarih kadar bir maske var,
Tarih kadar bir maske var arkamızda”
Tahire Saffarzade

İran’da “şiir cumhuriyeti”nin oluşumu, devrimci toplumlardaki edebiyat alanında olduğu gibi, “tebliğ ve erteleme” aşamasıyla eşzamanlı olarak gerçekleşmiştir. Bu aşamada, şiirle muhatap arasındaki değişim ve iç içe olma (ki genelde tek taraflı ve şair veya edebi eserden muhataba, şeklinde gerçekleşmektedir), şiirin en işlevsel (en muptezel) görüntüsünü ortaya çıkarmaktadır.

Ülkücülük, mutlakçılık, sloganik ve yüzeysel şiir yazma hevesi, yeni ve gelişmiş tekniklere karşı duyarsızlık, yalın dil kullanımı ile yetinmek, ulusal ve dini sembolleri, şahsiyetleri ve mitolojileri, şiirlerin yapısı ve kullanılan dilin derinliğini dikkate almadan, tek boyutlu kullanmak sekliyle, ulusal ve dini inançları tam olarak kabullenmek, bu aşamanın açık göstergelerinden sayılır. Ayrıca asabilik, heyecan ve isyan (dönemin kabul edilmiş sanat ilkelerine karşı değil, aynı ilkeler çerçevesinde, siyasal ve sosyal olaylara karşı tutum belirleme yönünden), ve doğal olarak güncel koşulları dikkate almak, bu dönemin diğer özelliklerdendir.
“Yeni bir dalga
Geliyor
Kum fırtınası ile birlikte
Ey yarınların yolcuları
Aydın ve düz sokaklara kadar
Uzun bir mesafe var
Rüzgar
Çölün ipek türbanını kaldırdığı zaman
Tepelerin üzerinden
Uyanık gözlerin peşindedir. .
Ey dost
Açık gözle
Yola çıkmak gerek
Her ne kadar ki
Yeni bir dalga gelinceye kadar
Kum fırtınası ile birlikte“
Kazim Sadat Eşkeveri

Böyle dalgalı bir akımı yönlendirmek için, rivayet çok uygun bir yöntem olabilir. Şiirsel süslemelerle, siyasal ve sosyal olayları doğrudan, hiç bir şeyi eksik bırakmadan yansıtabilen yalın bir rivayet. Bu durumda şiir ve nesir, manzum olsun ya da olmasın, yan yana haraket edip, birbirlerinin sınırlarına da nüfuz ederler.
“Şehriverin 17’sinde gökle yeryüzü
Kaldırımda birbirine dolaşıyor,
Hışım, şevk dönemecinde dolaşıyor,
Uyanış tokmağı zulüm tılsımına vuruyor,
Kurtuluş ayağı yürümeğe başlıyordu,
Şehir kötülük haykırışından güvende değildi,
Gönül sabah uyanışına ümitlenmişti,
17 şehriver
Sokak sokak dolaşıyor,
Dalga damarı ve güneş
Sokak sokak
Saat saat
Meydana akıyordu”
Muhammed Muhtari

Bunlar, bir nevi taahhütlü edebiyatın başlangıç noktasındaki kolları sayılır, başka bir ifadeyle edebiyatta bir taahhüdün ortaya çıkmasını göstermektedir.

Popüler bir bakış açısından bakılacak olursa, bir sanat eserinin görevi, dış etkenleri (doğrudan) yansıtmaktan başka bir şey değildir. Öyle ki, çağdaş dünyanın, siyasal, sosyal ve kültürel durumunu yansıtarak, muhtemel aşırı veya aksak noktaların düğümünü açmasına yardımcı olmalıdır. Bu açıdan, bir sanatçı, devrimden önceki şiirin geniş bir bölümünde olduğu gibi, bir reformcu ve kurtarıcı sayılır (sayılmalıdır!). Zirveden bakarak, muhatabını hor görüp onu aşağılamatan bile çekinmez.

“... benim bir çok şiirim onların adınadır. Bir zamanlar benim en korkunç aşkım sayılan insanlar, beni nefretin kötü kokusuyla sarmışlar. Bir çavuşun, heveslerini gerçekleştirmesi için onları sıraya dizerek kendi ordusunu oluşturması kadar iyi sayılan insanlar. İnanç ve imanlarına tükürmeli, ne ümitleri kalmış ne de istekleri. Benim tek temennim, ölümden sonra cesedimin genel mezarlıkta gömülmemesidir. Bırakın en azından ölümden sonra, bu durumun kötülüklerinden uzak kalma konusundaki dileğim kabul edilsin. Nefret ettiğim bu insanlardan, zira onları çok seviyordum... Benim için her şey bitmiştir. Uzun zamandan beri halkı rahatsız etmek için şiir yazmakla meşgul oluyorum. Bu, onlardan alacağım tek intikamdır, intihar etmem için hiçbir neden yoktur. Çünkü seyrediyorum. Bu halka karşı hiçbir görev tanımıyorum.”
Ahmed Şamlu
Bundan daha hüzünlü bir itiraf olabilir mi?! Şiir cumhuriyeti dönemi sanatçısının tam tersine; çünkü, halkın içinden çıkmış, böyle bir bakış açısı o(la)maz. Dolayısıyla ya pervasız bir şekilde halkı över veya onları aşağılamak yerine kurnazca kendi küçüklüğünü şairane bir şekilde eleştiri yağmuruna tutar.
“o günlerde gönlümüz çiçeğe, yağmura alışmıştı
sıkı ornmanlar, baharların tekrarı,
bugün kafeste kaldık, yarın ne olacak bakalım,
uçuştan bahsederken, keşke bir zerre iman olsaydı kalbimde”
Homayun Alidosti

Bütün bunlara rağmen, sanatçıyı insanî, tarihî ve sosyal sorumluluğu olan bir insan olarak görürsek, onun kendi sanat alanıyla ilgili başka bir önemli sorumluluğu daha olduğunu unutmamak gerek, o da sanatın ve sanat eserlerinin kalkınmasına ve genişlemesine katkıda bulunmasıdır. Anlaşıldığı kadarı ile tebliğ ve erteleme döneminde, pek çok sanatçı, çevresinin etkisi altında kalarak, muhatap cezbedebilmek için kendi sanatsal sorumluluğunu unutarak sadece genel insanî sorumluluğunu göz önünde bulundurmaktadır. Bu durumda içerik o kadar zenginleştirilir ki biçimin yerini işgal eder ve teknik geri çekilir. Bu geri çekilme olayı bazen doğrudan bildiri şekliyle, genel muhatabın anlamakta zorluk çekmediği, yaygın ve hatta demode olmuş teknikleri kullanarak kendini gösterir.
“halkın nefesi
bulut olup yağıyordu
iyi, güzel, istek üzere
üniversitenin avlusuna
yumruklar yeşerirdi
biri kısa diğeri uzun
üniversitenin çimlerine
bildiri dağıtımı
güvercinlerin uçuşu gibiydi
hepisinin kanadında Şah’a ölüm
üniversitenin çimlerine
duvarın üzerindeki slogan : Şah’tan sonra sıra Amerika’da yazılıydı.”
Omran Selahî

Siyasal ve sosyal kıskaçlara mesaj gönderme ya da dünyaya yeni açılımlardan bakma açısından önemli bir yöntem olarak bilinen simgecilik, şimdi bu gereksinimler olmaksızın ve yalnız muhatabı etkilemek amacıyla, tanınmamış belki de kaçırılmış (İslam inkılabından sonra çok sayıdaki sembolik şiirde olduğu gibi) işaretleri kullanmak, bu alanda en yaygın tekniklerden sayılır. Bu açıdan (muhatapları cezbetmek ve yönlendirmek için sanatı, bir vesile sanmak) hızlı ilişki ve iletişim kurmak bir gereksinim degil midir? Bu yüzden sanatta yenilikçilik ilkesini dikkate almaksızın, yüzeysellikle yetinerek yeni formlar ve yapılarda bilinmeyen karmaşık teknikler sunmaktan kaçınmak gerekir..
“Gecenin saçlarına sabahın tozu kondu,
Perişan gece kuşu daldan uçtu,
Artık kölelikten kurtulduk ey dost,
Çağımızın halil’i putları kırdı artık”
Muhammedrıza Sohrabinejad
“Şakayık’ın yaşam öyküsü nedir ?
Seher vakti kanlı bayrak
Dudağında aşk nağmesi
Yaşamını aşk yoluna emanet etmiş
Rüzgara, her ne olursa olsun”
Muhammedrıza Şafii KADKANİ

Ancak bu tür şiirlerin tamamı devrimci şairler tarafından yazılmıyordu. Yeni düzeni kendi çıkarına aykırı gören nice şairler de aynı atmosferden etkilenerek benzer nitelikte şiirler yazdılar. Böylece giderek, bu tür şiirlere “devrim şiiri” denmeye başlandı (siparişçi şair, devlet şairi, gibi sıfatlarla nitelendirilseler de kendi inançlarına bağlı kalarak yollarına devam ettiler). Diğer şairlerin şiirine, devrimle ilgileri olsa bile böyle bir isim verilmedi. İlkelerini edebiyat dışı öğelerden kazanan ve hala itibarını koruyan bu tür isimlendirmeler, İran şiirine ciddi zararlar verdi. Çünkü her iki tarafı, sanat ilkelerine göre diyalog yapmaktan mahrum kıldı.

Şunu da belirtmek gerekir ki, geniş bir kitleyi muhatap bilen, düzenden yana olan nice şairler, özellikle savaş dönemindeki egemen olan tek boyutlu siyasetler yüzünden, giderek sosyal şiir alanından kenara çekildiler/konuldular. Yıllar sonra (90’lı yıllarda), kapalı şiir topluluklarında birbirleriyle karşılaştıklarında daha farklı biçimde eleştirilere maruz kaldılar.

* * *
İran şiir cumhuriyetinin sonuçlarından biri de aydın çevrelerden uzak kalmış genç zekaların ortaya çıkması oldu. Bu genç yeteneklerin bir kısmı daha sonra parlak simalar olarak ortaya çıkıp, devrim şiirinin biçim ve içeriğinde adil bir düzen sağlamaya çalıştılar. (“düşünce ve teknik şiiri”) Tekniğin ve düşüncenin egemen olduğu bir atmosferde ilkeler, tasvirciliğin arkasında saklı kalır.

Mutlakçılık, görsel ve eleştirel bakışın arkasında yok olur gider. Slogancılık ve yüzeysellik, dil incelikleri sayesinde solar. Dinsel ve ulusal semboller ve mitolojiler kullanılarak yeni şiir yapıları ve biçimleri ortaya çıkar. Sonuçta edebi eserin yüzeysel, mutlakçı ve aşırı ülkücü olmasına sebep olan heyecan, duygusallık ve asabilik gibi öğeler giderek etkisini kaybeder.
“Ey sesi bir akşam bu sokaklarda dolaşan adam
Dünya kadar bir pencere açıldı sesinden
Keşke Ebul-fadl gibi kafa ve kolumuzu
Sana kurban edebilseydik
Ezelden ebediyete kadar ey boğazı kesilen adam
Sesinin yankıları yükselip gidiyor”
Muhammedrıza Muhammedi NİKU

“Sen o yiğitsin ki
Bir gün fırat
Konuşturdu seni
Ve bir saat sonra
Polat gibi sağanak yağmurda
Kesilerek
İfşa oldun”
Seyyid Hasan Hüseyni

İç ve dış etkenler ve olayların hızlı gelişmesi sayesinde, şairin düşünsel yeteneğinden etkilenen sanatsal dünyası giderek gelişir. Vahiy kaynağı ve dini öğretilerden beslenen bu yetenek, bir tür estetik yaratarak devrim şiirinin anlamsız iddiasına kesin bir yanıt verir. Bu estetik, dini sembol araştırmaları üzerine kurulu olur ve şairin iç ve dış dünyasında meydana gelen her türlü olaya zemin hazırlar.
“dün akşam o kadar yakındın ki
pencere sevinçten tuz tadıyor
ve gülüşümü körüklüyordu
ve ben seninle meşgul oluyordum
söğüt dallarımda bir nilüfer bitti
ve pencereden dışarı gitti”
Selman Herati

Farsça şiirin devamı olan bu şiir, klasik şiir ilkelerine dayanarak, ancak modern ve çağdaş şiirin eleştirel tekniklerini kullanarak gelişmeyi düşünmektedir. Her ne kadar din gibi geniş bir öğeyi kabullenerek postmodern alana girme şansı kalmamıştır. Ancak onun tekniklerinden yararlanma şansına sahiptir. Klasik şiir formları ve bu formların yenileriyle karşılaştırılması ve çok seslilik gibi teknikler...
“her şeyi kendi yerine koyar
silaha bir şarjör
resimde yaptığımız pusuya bir silah
düşmanın bilmediği bir pusu
bir gece mayın alanında
okunuşu şuradan başlayan bir dua
sonraki asırda duyulacak bir kalp atışı”
Muhammed Rezmara

* * *
Yıllar sonra, çeşitli şiir akımlarının ortaya çıkışının, İran şiir cumhuriyetinde (aydın kesimle hiç bir ilgisi olmayan, ancak daha sonra bu kisveye bürünen !) genç ve yeni simaların, yeni fırsatların oluşması sonucunda gerçekleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Söylendiği gibi bu cumhuriyetin şairleri, topluma reform getirdikleri iddiasında bulunamazlardı. Bu yüzden şiir dilini, günümüzde şiirin asıl özelliklerinden sayılan samimiyet, şeffaflık ve ılımlılık gibi unsurlara yönlendirmişlerdir. Bu hareket, sonraki yıllarda şiire egemen olan aynî bakış açısını da gözden geçirme zeminini hazırlamıştır.
“lâle şarkısıyla dolu olan bu toprak
sizin haykırışınızın anı defteridir
dün gece tehlikeden söz olunca yine
ben aşk görüşünden yanaydım”
Vahid Emiri

“bir menekşeye gönülden baş sağlığı dileyelim
güvercinin yas törenine uğrayalım bir”
Kayser Eminpur
Ve hatta ondan önce ve sonra aydın çevrelerle oturup kalkan şairleri bile etkilemiş ve onların gönülden yazmasını sağlamıştır :
“bir bacağı olmayan adamın pantolunu kırışlanmış
bakışı ateş gibi kızgındır, seyreder gibi değil
Hamid kurtuldu, Huveyze kurtuldu
yazılar canlandı, cepheler haykırış oldu
cepheler gölgelerle, göz yaşıma oturdu
Hamid kurtuldu, Huveyze kurtuldu”
Simin Behbahani

Bu yüzden doğrudan İslam inkılabından etkilenerek yazılan şiirler, İran edebiyat tarihinin parlak eserlerine dönüşse de, Nima şiirinin zeminini hazırlayan meşrutiyet şiiri gibi sonraki yıllarda yazılan şiirlerin zeminini hazırlamış oldu.
* * *
İrak’ın İran’a karşı açtığı savaşla birlikte tebliğ ve erteleme aşaması uzun süren bir gecikmeye dönüştü. Bu gecikme, devrime karşı hareketler, tartışmalar, kavmiyetçilik çatışmaları ve Amerikan Büyükelçiliğinin (casusluk merkezi) işgali gibi olaylardan kaynaklanmaktaydı. Kutsal savunma edebiyatının, devrim edebiyatının ayrılmaz bir parçası haline gelmesinin asıl nedeni de işte bu gecikmedir. Başka bir ifadeyle savaş, devrimin kırmızı alarmının devamı anlamındaydı.

Savaş ve kutsal savunma şiiri her ne kadar edebi anlam ve konu açısından devrim şiirinde bir takım değişiklikler meydana getirdiyse de, devrim şiirinden bağımsız bir form ve teknikten yoksundu. Buna rağmen sonraki yıllarda, özellikle savaşın son yıllarında, İran’ın çağdaş şiiri açısından başarılı sayılabilen bir çok örnek ortaya koymayı başarmıştır.

* * *
“Tebliğ ve erteleme” aşamasını “tesbit ve akılcılık” aşamasına dönüştürme yolunda sayısız engel olduğu tespit edilmiştir. Gündelik siyasal ve sosyal krizlerden uzak bir atmosfer, tespit ve akılcılık aşamasının başlangıcı için gerekli olan ön zeminlerdendir. İster iç meselelerle ilgili isterse dış meselelerle ilgili hala böyle bir atmosfer olumuş değil. Dışarıdan sipariş edilen şiirler o kadar güçlüdür ki, bir çok şairi, şiirin formuna gereken dikkati göstermekten alıkoymaktadır.

Ayrıca ülkücülükten uzak durmak ve gerçekçi bir yaklaşım sergilemek hala bir çok kültür yetkilisinin hoşuna giden bir durum değildir. Diğer yandan, sanatçıların devlet gövdesinden, muhalif partilerden ve hatta muhalif olmayanlardan bile bağımsız olmaları, veya her olasılıkta düşüncenin asıl gövdesini oluşturamayan sanatçıların siyasette öncelik değiştirme isteği çeşitli nedenlerden dolayı tam anlamı ile gerçekleşmiş değil.

Devrimden yana sanat eserlerinin doğru veya yanlış bir şekilde üretim ve dağıtımını yapan kurumlar, genelde (en azından sanat alanında) sanatçının geniş bakışlı olmasına sıcak bakmazlar. Belki de bu yaklaşımın arkasında, sanatsal bir bakışın olmadığını düşünmek, art niyet aramaktan daha yararlı olur. Bu kurumların bir çoğunun siyasal veya askeri bir statüye sahip olduğunu düşünürsek, onların özel istekleri olduğunu görmezden gelemeyiz. Başka bir ifadeyle onların sanat dışı beklentileri olmadan destek vermeleri söz konusu ol(a)maz. Maalesef söz konusu kurumların sanat danışmanları da farklı beklentileri (!) doğrultusunda patronlarına uyarak, sanat elemanlarına dönüşmüşlerdir.

Denenmiş formlara/biçimlere gönül bağlamak ve onları yeniden kullanmak ister istemez demode olmuş kavramlar ve deyimlerin tekrar edilmesini beraberinde getirir. Sanat eserinin içeriğinin forma bağlı olmadığı açık bir meseledir. Ancak belli dönemlere özgü kavramların, taklitçi şairler tarafından kullanılması sanatsal atmosferi yapay bir şekilde değiştirmektedir.

* * *
Genel olarak İran İslam inkılabının şiire olan etkisi derin ancak çok hızlı ve ansızın olmuştur. Bu derinlik o kadar etkili olmuş ki, devrimden sonraki kısa bir zamanda çok önemli ve büyük eserler ortaya çıkmış ve çıkmaya da devam edecektir.

Bu yüzden devrim şiiri yazarına göre, şiir, konudan ziyade zamana bağlıdır. “şiir, çeşitli anlatımlar arasında, şairin, iç (yaşadığı toplum) ve dış (ruh) etkenlere karşı duygu ve heyecanlarını yansıtmak anlamında olursa, devrim şiiri, devrim sonucunda her şeyin değiştiği bir toplumda yaşayan bir şairin tüm duygu ve heyecanlarını yansıtmaktadır”.
[6] Dolayısıyla bu etkinin izlerini sadece konusuna göre devrim şiiri olarak nitelendirilen şiirlerde aramak yanlış olur. Başka bir ifadeyle, “şiirde konu” tartışmasından ayrı olarak, şiir ve şairleri, devrimci ve anti-devrimci olarak ikiye ayırmak temelden doğru bir yaklaşım değildir. Farklılık arzeden nokta, inkılaba olan bakış ve ondan etkilenmektir. Yoksa tüm şair ve şiir akımları, devrim ve devrimin getirdiklerinden etkilenmişlerdir.
“Ağzını koklarlar,
Sakın “seni seviyorum” demeyesin,
Kalbini koklarlar,
Garip bir zamandır sevgilim!
Ve aşkı yol direğinin kenarında
Kırbaçlıyorlar
Aşkı evin köşesinde saklamak gerek...”
Ahmed Şamlu


Ve yıllardır, sanat sosyolojisinin, eleştiri çevresi dışında, şiir çözümlemelerinde konuya göre değerlendirme yaparken bilimsel dikkatten yoksun olduğunu herkes kabul etmektedir.


[1] Erziş-I ehsasat – Nima Yuşiç- Gutenberg yayınları- Bahar 2535 – s. 36.
[2] Ahmedrıza Ahmedi önderliğinde ortaya çıkan “yeni dalga” şiiri, yenilik ve hâlis şiire ulaşma yöntemini iç içe anlam çağrışımından kaynaklanan, somut tasvirler yaratımı, form ve dilden eksiltme üzerine kurmuştur”. (sahtar-e şiir-i emruz- Mustafa Alipur- Ferdos yayınları- 1378- s. 101); Degarguni-ye negah – Kazem Kerimiyan – revan yayınları – 1397 – s. 127; Gozarehaye monfared – celde evvel , Ali Babaçahi, Narenc yayınları, 1377 – s. 201-202; Çeşm-e Morakkab – Muhammed Mohtari, Tus yayınları, 1378 – s. 51; Barrasi-ye ketab, dore-ye cedid, şomare-ye 4- şehriver 1350; Manuçehr Ateşi – der bareye şiir-i Aryapur, haftenameye Temaşa – şomareye 303- 14 isfend 1355.
[3] Çeşm-e mürekkep – Muhammed Muhtari – Tus yayınları – 1378 – s. 55
[4] Arabpa’da “cumhur” kelimesi bütün halk anlamına gelmektedir. Bu sözcük ilk olarak 18. yüzyılda, Osmanlı’lar tarafından devlet anlamında kullanılmış ve “cumhur devleti” icat edilmiştir. Bu sistem önce Osmanlı’nın komşularında, daha sonra Fransa cumhuriyetlerinde uygulanmış ve Latince’deki Respublica ve Yunanca’daki politeia kelimeleriyle eş anlama gelmiştir. Bunların her ikisi de Eflatun’un Medine-i Fadıla kapsamında ortaya koyduğu devlet sistemini açıklamaktadır… Bu sistemde hakimiyet (egemenlik) miras olarak değil demokrasiye daha yakındır. (Farhang-e Farhikhte – Vajeha ve estelahat-e siyasi ve hoghoghi – Dr. Şemsuddin Farhikhte – Entesharat-e Zarrin – 1377); Daneşnameye siysi – farhange estelahat ve mektebhaye siyasi – Daryuş Aşuri- Morvarid yayınları – 1381;
[5] Mahmud Sanjari – Faslname-ye Şiir- No. 34 – Zemestan 1382- s. 67.
[6] Saber Emami, faslname-ye şiir, no.34- zemestan-e 1382- s.67

Hiç yorum yok: