28 Aralık 2007 Cuma

Genel Sekreterimiz Remzi Özmen'in "Abdullah Baştürk 5. İşçi Öyküleri Ödül Töreni"nde Yaptığı Konuşma

SAYGIDEĞER BAŞKANLARIM, SEVGİLİ EDEBİYATÇILAR / EDEBİYATSEVERLER, DEĞERLİ KONUKLARIMIZ HEPİNİZ HOŞGELDİNİZ.

SENDİKAL YAŞAMIN BÜYÜK LİDERLERİNDEN SAYIN ABDULLAH BAŞTÜRK ADINA, AİLESİ, DİSK / GENEL-İŞ SENDİKASI İLE BİRLİKTE DÜZENLEDİĞİMİZ "İŞÇİ ÖYKÜLERİ YARIŞMASI"NIN BEŞİNCİSİNİN ÖDÜL TÖRENİNDE SİZLERE SESLENMEKTEN, EDEBİYATÇILAR DERNEĞİ ADINA ONUR DUYUYORUM. BİRAZ DA HEYECANLIYIM...

ÖNCE BİR AÇIKLAMA YAPMAM GEREKİYOR. GENEL BAŞKANIMIZ GÖKHAN CENGİZHAN, 2008 ULUSLARARASI FRANKFURT KİTAP FUARI "KONUK ÜLKE TÜRKİYE" HAZIRLIKLARI NEDENİYLE FRANKFURT VE BERLİN'DE BİR DİZİ GÖRÜŞME YAPMAK ÜZERE ALMANYA'DA BULUNUYOR.

İŞTE BU NEDENLE, BU TÖRENDE DERNEĞİMİZİ TEMSİLEN BEN BURADAYIM. KENDİSİNİN SELAMLARINI İLETİYORUM.

SEVGİLİ DOSTLAR,


"ABDULLAH BAŞTÜRK İŞÇİ ÖYKÜLERİ YARIŞMASI"NDA OLDUĞU GİBİ, "KONULU" YARIŞMALARIN / ÇALIŞMALARIN, SANILDIĞI GİBİ YAZANI / YAZILANI SINIRLADIĞI KANISINDA DEĞİLİM. TERSİNE, KONULU ÇALIŞMANIN DİL BECERİSİNİ ORTAYA KOYMA, ANLATIYI DENETLEYEBİLME VE MERAMI ORTAYA KOYABİLME AÇILARINDAN YARARLI OLDUĞU KANISINDAYIM. SINIRLAR BAZEN İYİDİR...

EDEBİYATTA SINIR DAHA DA İYİDİR...

TIPKI, YARATICI YAZARLIK ÜZERİNE ÇALIŞMALARIYLA BİLİNEN ROLLO MAY'İN DEDİĞİ GİBİ "YARATICI EDİM İNSANI SINIRLAYAN ŞEYLE BİRLİKTE VE ONA KARŞI ORTAYA ÇIKAR."

YALNIZCA EDEBİYAT ALANINDA GEÇERLİ DEĞİL BU SÖZ... BİLİNÇLİ BİR YAŞAM, BİLİNÇLİ BİR SAVAŞIM EN BAŞTA SINIRLARI KAVRAMAYI / NETLEŞTİRMEYİ GEREKTİRİR. ÇÜNKÜ, MAY'İN DE DEDİĞİ GİBİ "BİLİNÇ OLANAKLAR VE SINIRLILIKLAR ARASINDAKİ DİYALEKTİK GERİLİMDEN DOĞUP GELEN BİR FARKINDALIKTIR. (...) HİÇ BİR SINIR OLMAMIŞ OLSAYDI, BİLİNÇ DE OLMAZDI."

FİZİKSEL SINIRLANIMLAR KAÇINILMAZ OLARAK KARŞIMIZDA DURUR. ÖLÜM BUNLARDAN EN BÜYÜĞÜ VE KAÇINILMAZ OLANIDIR. BUNU BİLİYORUZ. ANCAK, BİZİM İÇİN BURADA ÖNEMLİ OLAN, EVRİLİP ÇEVRİLDİĞİMİZ KÜLTÜRÜN, HER GÜN YÜZLEŞTİĞİMİZ TOPLUMSAL YAŞAMIN SINIRLARIDIR; BUGÜNE VE GELECEĞE İLİŞKİN DÜŞÜNCELERİMİZİ VE EYLEMLERİMİZİ, ÖYLE YA DA BÖYLE BELİRLEYEN SINIRLARDIR...

SAYGIDEĞER DOSTLAR,

GELECEĞİ YENİDEN DÜŞÜNMENİN VE DOLAYISIYLA YENİ BİR GELECEK KURMANIN HÂLÂ OLANAKLI OLDUĞUNA İNANANLARDANIM.

BİR OTELDE KAT TEMİZLİKÇİSİ OLARAK SSK'LI OLUŞUM VE İLK ŞİİRİMİN YAYIMLANMASI 28 YIL ÖNCESİNDEDİR. SENDİKAYLA DA O ZAMAN TANIŞTIM.

GÖRDÜĞÜNÜZ GİBİ DEĞİŞMEK O KADAR DA KOLAY DEĞİL!.. NEYSE...

GELECEĞİ YENİDEN KURMADAN SÖZ ETTİM, SANAT, ÖZELİNDE EDEBİYAT BU NOKTADA ÇOK ÖNEMLİ... ÇÜNKÜ, GEÇMİŞİMİZLE, BİZİ ÖRSELEYEN, ZAMAN ZAMAN ELİMİZİ KOLUMUZU VE DAHA ÖNEMLİSİ DİMAĞIMIZI BAĞLAYAN / BULANDIRAN GEÇMİŞİMİZLE HESAPLAŞMADAN; ESKİ DEYİMİYLE BİHAKKIN TÜKETMEDEN BIRAKIN GELECEĞİ KURMAYI, BUGÜNÜ BİLE ANLAYABİLECEĞİMİZİ SANMIYORUM. KABUL EDERSİNİZ Kİ, BİR YADSIMADAN, BİR YOKSAYMADAN SÖZ ETMİYORUM.


SÖZÜNÜ ETTİĞİM, İDEOLOJİK BİR TÜKETİMDİR. BİZE BU OLANAĞI, SANAT, ÖZELİNDE EDEBİYAT SAĞLAR. EDEBİYAT BU NOKTADA SINIRSIZ OLANAKLAR SUNAR.

AZ ÖNCE, SIKICI BİR ŞEYDEN, SINIRLARDAN SÖZ ETMİŞTİM. BAKIN, ŞİMDİ OLANAKLARDAN SÖZ EDİYORUM. EDEBİYATIN OLANAKLARINDAN...

EDEBİYAT EN BAŞTA, BİR ÖNERMEDİR; BÖYLE DE OLABİLİR DER EDEBİYAT...

TAM DA BURADA, BİR DEMİRYOLU MEMURUNUN ÇOCUĞU OLAN RAYMOND WILLIAMS"IN "İKİBİNE DOĞRU"SUNUN SON PARAGRAFINI SİZLERLE PAYLAŞMAK İSTİYORUM:


"GÜÇLER VE FIRSATLAR DENGESİ ANCAK PRATİK ALTERNATİFLER OLDUĞUNA DAİR ORTAK BİR İNANÇ VE KARARLILIK PAYLAŞILDIĞI ZAMAN DEĞİŞMEYE BAŞLAR. KAÇINILMAZ OLDUĞU DÜŞÜNÜLEN DURUMLARA KARŞI KOYULMAYA BAŞLANDIĞINDA ARTIK UMUT YOLCULUĞUMUZA ÇIKMAYA HAZIRLANABİLİRİZ. ÇÖZÜMLER PEK KOLAY OLMAYABİLİR, AMA HÂLÂ BULUNABİLECEK ZOR ÇÖZÜMLER DE VARDIR VE BİZİM DE OLUŞTURMAYI VE PAYLAŞMAYI ÖĞRENEBİLECEĞİMİZ ÇÖZÜMLER BUNLARDIR. UZUN DEVRİMİN TA BAŞINDAN BERİ ANLAMI İLE HAREKET NOKTASI İŞTE BUDUR."

NE DEMİŞTİ BÜYÜK USTA: "ŞAİRLİK ZOR ZANAAT BE KARDEŞİM."

BİZLERİ BURADA BULUŞTURAN HERKESE TEŞEKKÜR EDİYOR; ÖDÜL ALANLAR BAŞTA OLMAK ÜZERE TÜM KATILIMCILARI KUTLUYORUM.

GELECEK YILLARDA DA BİRLİKTE OLMAK DİLEĞİYLE, BENİ DİNLEME İNCELİĞİNİZ İÇİN SAYGILAR SUNUYORUM
.

19 Aralık 2007 Çarşamba

ABDÜLSELAM EL UCEYLİ ROMAN FESTİVALİNE KATILAN TÜRK YAZARLARIN BİLDİRİLERİ


TÜRK EDEBİYATININ BUGÜNÜ

Zeynep Aliye

Avrupa’da Ortaçağın kibar ve incelmiş sınıfı olan şövalye çevresi, eskiden yazılmış ya da yeni düzenlenmiş destanları, gezgin saz şairleri ağzından dinleyerek hikaye dinleme ihtiyaçlarını giderirlerken daha geniş halk ve burjuva tabakası arasında da birtakım manzum masallar, fabliyolar meraklıların hikaye dinleme ihtiyacına cevap veriyordu. Aynı işi Anadolu topraklarında da, gezgin hikaye anlatıcıları, saz şairleri, meddahlar köy köy, bölge bölge dolaşarak yapıyorlardı. Nazmın; şiirden, destandan hikayeye, hatta romana kol vurma macerasının izlediği güzergah işte budur.


Kimi ‘arkası yarın’larla geceler boyu süren anlatılar, adı ister ‘manzum hikaye, ister destan ister ağıt’ olsun her defasında ve her anlatanın yeni eklemeleri, yeni buluşlarıyla hatta farklı kurgularda ifadesini bulurdu. Bu bağlamda Hikaye, manzum ya da mensur olarak ama daima Türk edebiyatının ana türlerinden biri olagelmiştir.

Tanzimattan sonra Batı kültürünün ve edebiyatının gerek çeviriler, gerek telif eserler yoluyla büyük ölçüde varlığını hissettirdiği edebiyat dünyamızı anlayabilmek için bu eski geleneği bilmek zorundayız.
Hikayelerin ağırlıklı olarak Manzum ifade biçimi bulmasındaki temel neden, ezberlenme ve akılda tutulma kolaylığı kadar, düzyazı anlatıların, kirli alt düzey anlatım biçimi olduğuna ilişkin isabetsiz ve haksız yargılardır.Nitekim dünya edebiyat tarihinin gelişim sürecinde de şiir aynı biçimde bir lokomotif görevi yapmıştır.

Divan edebiyatının manzum hikayeleri, yine Divan edebiyatının mensur yani düz yazı hikayeleri, halk arasında yazılışından okunan hikayeler, ağızdan ağza aktarılan manzum ya da düz yazı hikayeler, destanlar, bir de zümrelerin kendi amaçlarına uygun şekle soktukları hikayeler.... Sonuç olarak söyleyebiliriz ki, Türk edebiyatı Tanzimat öncesinde, yüzyıllar süren bir hikaye geleneğine sahiptir. Ve bu hikayeler belirttiğimiz üzere, halk ağzında dilden dile yöreden yöreye ister istemez değişmiş, boyut değiştirmiş, derinlik kazanmış ve edebiyatımızdaki romanın da temelini oluşturmuştur. Bir başka deyişle, hikayelerin önce manzum olması gibi romanlar da ilk ifadelerini manzum örneklerde, destanlarda bulmuştur.

Tanzimat sonrasında bir dönem Fransız edebiyatı’nın yoğun baskısı altına giren edebiyatımızın varlığını bir kopya kimliği almadan koruyabilmesi, işte bu sağlam alt yapısıyla, bir geleneğiyle mümkün olmuştur. Nitekim Türk öykü ve romanı, ilk dalgalanmalar, çalkantılardan kendini kısa sürede kurtarıp, toparlamış hızlı bir yükselişe geçmiş, bu sürede Batı edebiyatının en yetkin örnekleriyle başa baş bir düzey yakalamıştır.
Tanzimat’tan, Servet-i Fünun’a Milli Edebiyat akımı’na, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı’na, Toplumcu Gerçekçi Edebiyat’a, Garip Akımı’na, II. Yeni hareketine alınan yol, hep edebiyatımızın çıtasını biraz daha yükseğe taşımak çabasıdır. 1960-70 dönemi savaşa sömürüye karşı, silahlanmaya karşı barıştan, emekten yana bir toplumsal yükselişe geçen edebiyat, 1980’li yıllarda ansızın kırılan bir dalga gibi yıkılıp kalmıştır.

Bu yıllar edebiyatımızın Duraklama Döneminin başlangıcıdır. Emperyalizmin küresel bir güç olarak, Neoliberalizmin ideolojik maskıyla, edebiyatta postmodernizm olarak öne çıktığı dönem. Bu döneme dek Türk edebiyatı sürekli kendini aşarak güçlü bir konuma erişmişken burada artık bir rücu, geri dönüş söz konusudur. Dünya artık 60’lı-70’li yılların emek sermaye çelişkisini hayatın temel çelişkisi olarak gören kitlelerin dünyası değildir. Sosyalizmin çok hızlı kan kaybıyla, dengeler bozulmuş, dünyadaki sermaye gücünü ele geçirmiş 200 ailenin zirvesine yerleştiği Tanrılar Dağı’ndan, tespihini ‘dinimiz ayrı ama Allahımız bir’ nidalarıyla çeken yeni bir cemaatçilik anlayışı buyruk olup inmiştir insanlığa: Tek kutuplu dünyadır bunun adı.

Dünyanın yeni sahibi 200 ailenin şefliğindeki sermaye piyasası ve onun Yeni Dünya Düzeni’dir. Yeni slogan, “Modernizm öldü Yaşasın Postmodernizm” olarak belirlenmiştir. Bütün dünyayı Pazar olarak, bütün insanları ‘Müşteri’ olarak gören ve bu anlayışı yerleştirmeye çalışan Uluslar arası, uluslaraşırı bir sermaye hareketi.
Küreselleşme ve onun yarattığı Postmodernizm, bireyselleşmeyi bireyciliğe indirgeyen bir yeni zihniyet oluşumunun, insanları yabancılaştırarak yalnızlaştıran bir kimliksizleştirme kampanyasının adıdır. En büyük düşmanıysa kendi yayılımı için engel olarak gördüğü uluslar, ulusal sermayeler, ulus devletlerdir..
Aynı yıllarda, Asya’yı, Orta ve Uzak doğu’yu işaret eden Amerikan patentli yeni bir tez dolanıma çıkartılmıştır. “Uygarlıklar Çatışması.”

“Türkiye’de roman hangi aşamadadır? Her iki türün geleceği nasıl olacaktır?” “Türk edebiyatının ulusal özellikleri nelerdir?” “Oluşmuş bir Türk romanından ve öyküsünden söz edilebilir mi?” Ulusal edebiyat yaklaşımıyla evrensel edebiyat fikri çatışır mı? Edebiyatta ulusallık faşist bir yaklaşım mıdır?” benzeri sorulara doğru düzgün yanıtların verilebilmesi bütün bu dinamiklerin görülmesi, mantığının çözülmesiyle mümkündür. Yoksa "Doğu mu Batı mu", "Eski mi Yeni mi", “Ulusal mı evrensel mi” kavram çatışkılarında takılıp kalabiliriz.

Aslında kendimizden çıkıp konuya dünya edebiyatı ölçeğinden bakmak doğruları bulmamızda yardımcı olur. Örneğin, soruyu tersine çevirip “Fransız edebiyatı, Rus edebiyatı, İngiliz edebiyatı, Alman edebiyatı sıralamasında Türk edebiyatı olmalı mıdır?” şeklinde sorabiliriz. Arkasından gelecek sorularsa, ‘Peki Evrensel edebiyata dahil edebileceğimiz her edebiyat aynı zamanda ulusal karakterler taşımalı mıdır? Türk edebiyatına özge sayabileceğimiz özellikler söz konusu mu? Türk edebiyatı denince hem evrensel hem ulusal özellikler taşıyan kaç yapıt ilk elde gelir aklımıza’ vb. . .

Rus edebiyatı denince ilk elde neden Dostoyevski ya da Tolstoy’dur zihnimizin aynasında canlanan isimler? Satır aralarından okura,, Rusya’nın steplerini, ıssız tundralarını, kayın ormanlarının kokusunu, rengini, çığlığını duyurdukları için mi? Ya 19. yüzyıl gerçekçi Fransız romancılığı, İngiliz edebiyatı? Dickens'den D.H.Lavrence'a, Virginia Woolf''a onlar değil midir Britanya adalarının sömürgen burjuva ruhunu tüm çıplaklığıyla gözümüzün önüne seren? Ya Faulkner, Hemingway? Hem kişiye özel olmayı, hem ulusal edebiyatın ortak sesini taşıyıp yansıtmayı hem de evrensel insanın çığlığını ulaştırmayı başarmamışlar mıdır?
Peki, günümüz Türk edebiyatı? Batı modelini hayli geç bir noktadan yakalamış da olsa, batı estetik düşüncesinin tarihi gelişimi Türk estetik düşüncesiyle bir paralellik göstermiyor olsa da, edebiyatımızda baştan beri izlenilen yolun, Batı poetikasıyla bir zıtlık, karşıtlık içermediği kesindir. Ve edebiyatımızda hemen her akım, her ekol, Batılılaşma hedefimizi gerçekleştirmeye yönelik kilometre taşlarından biri sayılabilir. Peki, gelinen noktada Türk romanının durumu nedir? Münferit birkaç örnek dışında evrensel bağlamda kabul gördüğü, en azından istenen atağı yaptığı söylenebilir mi?

Durup şunu sormamız gerekiyor sanırım: bunca çabaya karşın romanımızın en azından Batılı gözünde Batılılaşamayışının, bizim gözümüzde olgunlaşamayışının, içimize sinemeyişinin nedenleri ne olabilir?
İşe ciddi bir gözle baktığımızda durumun paradoksallığını yakalarız. Çünkü Batılılaşma bizde bir büyük model kaymasına dönüştürülmüştür. Sonuçta Batılılaşma yerine Batıcılaşma gerçekleşmiş, daha ileri deyişle, akıntıya kapılmışızdır.

Bu kendi kültürümüzü yok etme pahasına, tıpkı Anadolu’daki tohumu yok ederek İsrail’in, Hollanda’nın toprağımızı çürüten tohumunu kullanmaya kalkmamıza benzer bir durumdur. Ne yazık ki sonunda kendi tohumumuzu da toprağımızı da yitirmemize neden olan yanlış yönlenme sürecinin aynısı edebiyatta yıllardır kurgulanmaktadır. Bir başka deyişle, Tanzimat döneminde gerçekleştirilenden çok daha fazla, çok daha kapsamlı bir yabancılaşma söz konusudur bugün için. Yara bugün çok daha derindir.

Yazarın üretim süreci için asıl önemli olan, sanatçının varlığının kökünden kopup yükselen ve dışavurulmak için bilinci zorlayan duyusal-duygusal-düşünsel devinimken, bugün artık, ‘Ne kadar Batılılaşır, ne kadar Batıcılaşırsak o kadar iyi oluruz, o kadara başarılı oluruz’ mantığıyla hareket edilmektedir. Sanki yazarın asıl sorunu, anlatmak istediklerini anlatmayı ne denli başarabileceği; kendini en iyi biçimde ifade edebileceği endişesi değildir!?

Türk yazarı, yazını bir çifte açmazla karşı karşıyadır. Özellikle postmodernizmin dayatmasıyla, Toplumsal özellikler hesaba alınmadan, kültürel kökler dahil kopularak, bir entegrasyon süreci yaşanmaya kalkılmıştır. Fransız eleştirmeni Etiemble, Japonların, kökeni 11. yüzyıla giden “Genji hikayeleri” geleneğini anımsatarak “Avrupa merkezci bir yaklaşımın romandaki tüm sistemleştirmeleri yanlış duruma getirdiğini ileri sürmüştür. Muhakkak ki Osmanlı-Türk romanının gelişme çizgisinin de aynı şekilde Batıdakine uyması mümkün değildir. Önce, Orta Asya’dan bugüne tarihimize, kültürümüze, sosyopsikolojimize uygunluk esastır. Önce öykü-şiir geleneğimizi, Osmanlı toplumumun 19. yüzyılda geçirdiği sosyoekonomik evrimi ve bunun yarattığı örf ve adetlerdeki değişimi sağlıklı bir biçimde saptamamız gerekir.

Her ülkenin kendi koşulları, o koşullara uygun çözümleri vardır. Türkiye gibi birkaç çağı sosyoekonomik ve sosyopolitik yapılanmayı iç içelikler halinde yaşayan bir ülkede öyle ki bugün bazı bölgeleri konu edinen romanlar bile tarihi bir roman özelliği kazanabilir; öylesi bir çokrenklilik, devinim. İşte, yüzyıllar boyu bu topraklarda yeşerteceğimiz müzik de edebiyat da, resim de kendine has renkler taşımak durumundadır.
Ve elbette son yıllarda bütün piyasayı kaplayan popülist romanlardan söz etmek durumundayız. Çoğu romanlar sipariş üzerine hatta öncesinden dizi olarak tasarlanarak yazılmaya başlanmıştır. Çevirmen yazarlar telif eserlerde de aynı çeviri dili kullanmaktadırlar. Yabancı ülke edebiyatlarının etkili ağırlığı bütün yayınevlerinin kataloglarında, yayın programlarında, kitapçı tezgahlarında ve yapıtların kendisinde açıkça görülmektedir. Yeni dönem romanlarında yaratılan atmosfer yabancıdır; yaşanan olaylar, yaratılan ulusal kimlikten uzak karakterler; dahası metinlerdekiyle gerçek yaşamlar örtüşmemektedir. Toplumsal ruhtan iz yoktur. Bütün bunlar kadar önemli bir başka şey İngilizcenin egemenliğine girmiş Türkçe’de yaşanan kirlenme, yozlaşmadır...

Evrensel değerleri göz önünde tutmak, elbette zorunludur. Batı edebiyatını iyi tanımamakla içinde yüzdüğü okyanusun farkında olmayan balık durumuna düşeceğimiz de doğaldır. Ancak taklide düşmemek kaydıyla. Yoksa ne pamuk, ne karpuz ne tütün, hatta çay üretemez hale gelen topraklarda Türk edebiyatının ruhuna bir tava helva kavrulması yakındır.



Kadın ve Edebiyat!..

Meltem Arıkan

Toplum demek insanların yan yana gelmesi demek değildir. Toplum ortak bir kültürde, ortak bir tarihte, ortak sosyal bir paydada birleşmiş insanlardan oluşur. Aksi bir durum toplumu değil topluluğu yada sürüyü tanımlar.

Edebiyat toplumun bir üyesi olan yazar tarafından üretilirken elbette yazar içinde olduğu toplumun ortak paydalarını dikkate alarak ama sadece içinde olduğu toplumu değil dünyadaki diğer toplumları da dikkate alarak ve sadece içinde olduğu zamanı değil geçmiş ve gelecek zamanları da dikkate alarak eserini oluşturur.
Toplum bireylerden oluşur. Edebiyat da bireye ve bireyden yola çıkarak topluma yöneliktir. Edebiyat bireylerin beyinlerinde oluşturduğu animasyonla toplum içerisinde kadınlara ve erkeklere kendi varoluşlarını ve diğer kişilerin varoluşlarını algılatır.

Şiir, roman, hikaye veya deneme biçimlerinde üretilen edebi eserler bireyin kendi içine bakabilmesini, başkalarına bakabilmesini, başkaları üzerinden kendisine bakabilmesini kışkırtan, teşvik eden yazılı metinlerdir. Bu anlamda edebiyat hem bireyler için, hem bireylerin içinde olduğu toplum için, hem de bireylerin içinde olmadığı diğer toplumlar içindir.

Toplumsal değişimler için toplumsal yapıları eleştirmek edebiyatın ilgi alanı içindedir. Benim yaklaşımıma göre toplumsal yapıları değiştirebilmek için önce bireylerin değişime hazır olması, değişimi istemesi gerekmektedir. Toplumsal değişimler, bireysel değişimler olmadığı taktirde gerçekçi olmamaktadır. Başka bir deyişle yukardan zorlamayla toplumsal yapılardaki değişimler, o an için bireyler kabul etmiş görünse dahi temelde bireyler değişmediği için tekrar eski hale dönüş olasılığı bulunmaktadır. Geçen yüzyıldaki ideolojilerin en büyük zafiyeti sosyo-ekonomik yapıların değiştirilmesi sonucunda bireylerin de değişebileceği yanlışlığı ile ilgili zafiyeti içermesidir.

Bireylerin sosyo-psikolojik gelişimlerinin sağlanmasında edebiyat ve sanatın diğer dalları çok önemli görevler üstlenmektedirler. Toplum kadınlar ve erkeklerden cinsel tercih farklılıkları çerçevesinde oluşmaktadır. Toplumun temelindeki bireyleri sadece birey olarak tanımlamak da geçen yüzyıldaki ideolojilerin diğer önemli bir zafiyetidir. Bireyler yerine toplumu kadınlardan ve erkeklerden oluşmuş olarak algılamak ve algılanmasını sağlamak edebiyatın bu yüzyıldaki en önemli kavramsal yaklaşımı olacaktır. Bu bağlamda kadın ve erkek bireylerin önce kendi varoluşlarını sorgulamaları, sonra istedikleri yöne doğru varoluşlarını gerçekleştirebilmeleri için edebiyatın ve diğer sanat dallarının çok büyük bir fonksiyon sağlayacağını düşünmekteyim.

Kadın olsun erkek olsun yazar da sonuçta toplum içinde birey olarak varolmak zorundadır. Bu nedenle de üreteceği edebi eserin içinde kendi varoluşunu sorgulaması ve kendi varoluşundan yola çıkarak okurun beyninde animasyonlar üretebilmesi için okuyucuya varoluşunu sorgulatması, toplumun giydirdiği kimliklerden sıyrılmasını sağlamak için kışkırtması, farkındalık yaratması ve başka insanlar için empati duymasını sağlayabilmesi gerekmektedir. Edebi eser, bazen bir şiir olarak tek mısrada, bazen bir hikayenin satırlarında, bazen de bir romanın kurgusu içerisinde okuru yakalar. Okuyucu kimi zaman gündelik hayatın içinde yakalanır, kimi zaman da okuduklarından gündelik hayatının dışına çıkarak bir yolculuğa sürüklenir. Okuyan kişi eseri bitirdiğinde aklında tek bir cümle kalsa bile artık o cümleden yola çıkarak etrafına tekrar bakma cesaretini gösterebilir. İşte edebiyatın sihri buradadır.

Yazmak bir anlamda yazarın kendini soymasıdır. Soyunabilmek ise hem büyük bir cesaret hem de büyük bir sorumluluktur. Toplum ise kat kat giyinmek ihtiyacındadır, çıplaklıktan korkar çünkü çıplaklık aynı zamanda şeffaflık demektir.

Çıplaksanız maskeler takamazsınız oysa toplumun maskelere ihtiyacı vardır. Bireyin varolabilmesi içinse maskelerden sıyrılması ve soyunması şarttır. O nedenle de edebiyat, bireylerin kat kat giysilerini altında, aslında ne kadar kendine yabancı olduklarını algılamaları için onları huzursuz etme yöntemini de kullanabilmelidir. Çünkü asıl önemli olan düşündüğünü söylemek özgürlüğünün olması değil, bize dayatılan düşüncelerin ötesinde düşünebilme cesaretini gösterebilmektir.

Tüm bu söylediklerimin gerçekleştirilmesi içinse öncelikle kadınların kadın olarak var olabilmesi gerekmektedir. Çünkü yaşamın temeli dişidir ve erkekler değişime uğramış dişilerdir. Değişim ancak kadınların değişmesi ile mümkün olabilecektir. O nedenle de ben ilk romanımdan itibaren hep kadının varoluş yolculuğu üzerine yazıyorum. Çünkü ben hep bir kadınım ve romanlarımı kendi varoluş yolculuğumdan yola çıkarak yazıyorum, aynı zamanda dünyayı değiştirmek istiyorum.

Kadın olarak varoluş sürecinde olduğumu hissettiğimde kadınsallık sorunsalının genelde kadın-erkek varoluşundan bağımsız olmadığını fark ettim ve bu çerçevede kendi arayışımı simgeleyen birinci romanım olan “Ve… Veya… Belki…”yi yazdım.

Daha sonra çevremdeki kadınlarla konuşarak onların yaşayışlarında da benzer bir sorunun olup olmadığını anlamaya çalıştım ve gördüm ki kadınların çoğunluğu kendi bedensel farkındalıklarının dışında kalarak kendilerini daha çok erkekler üzerinden tanımlıyorlar ikinci romanım “Evet… Ama… Sanki…” bu tezi irdeliyordu.

Ulaşabildiğim çeşitli bilimsel araştırmaları anlamaya çalışırken doğanın kimliğinin temelinde dişinin asal olduğunu öğrendim. Bu bilimsel gerçeklik ortada iken bunun toplum tarafından bilinmemesi veya algılanmaması beni dehşete sürükledi. Binlerce yıllık erkek egemenliği altında sürdürülen toplumsallaşma ve yönetim çabalarının değiştirilebilmesi ve devrimsel nitelikte bir dönüşüme ulaşılabilmesi için erkek egemenliğindeki din ve ideoloji formatlarının dışına çıkılması ve önce kadının özgürleştirilerek kadın üzerinden erkeklerin özgürleştirilmesi gerektiğine inandım. Toplumu değiştirmek için toplum mühendisliklerinin yetersiz kaldıklarını, gerçek radikal değişikliklerin ancak kadın üzerinden olabileceğini kabul ederek bu konuya giriş kitabı olarak “Kadın Bedenini Soyarsa”yı yazdım.

Kadınların varoluşlarını sağlayabilmek için önce, doğumlarından sonra sosyalleşme ortamlarında edindikleri travmalarından kurtulmaları gerektiğinin ancak bu travmatik korkulardan kurtulabilirlerse kadınların genetik altyapılarına uygun olarak varoluş sürecine girebileceklerinin farkındalığına vardım. işte dördüncü kitabım “Yeter Tenimi Acıtmayın” kendi kurgusu içinde kadınların travmalarından kurtulabilmeleriyle ilgili bir süreci aktarmaktadır.

Kadınların var olabilmeleri için erkeklerin, erkeklerin var olabilmesi için kadınların var olmasının gerekliliğinden yola çıkarak kadın-erkek ilişkisinde varoluşlara gerçekten dokunabilen tek ilişki biçiminin aşk olduğundan yola çıkarak farklı toplumsal kesitlerden çıkmış bir kadın ve bir erkeğin aşk yolculuklarını beşinci kitabım olan “Zaten Yoksunuz”da sergiledim.

Kadınların var olmak için mücadele etmeleri ve var olabilmeleri benim için umuttur. Ancak kadınların var olmasını istemeyen ve onları daha kolay yönetmek isteyen erkek egemen toplum kadınları sahte umutlara yönlendirerek onları mutsuz hayatlara mahkum etmektedir. O nedenle de bu tür umutlar benim için ve var olmak isteyen tüm kadınlar için Lanettir. Var olmak gibi bir derdiniz varsa soyunmanız şarttır. Geçmişinizden, inançlarınızdan, kandırmacalarınızdan, sahteliklerinizden, egonuzdan soyunmak, bir anlamda kendinizi tüm çıplaklığınızla kabul etmek demektir. Kendinizi çırılçıplak kabul etmeden ve kendi sorumluluğunuzu almadan var olamazsınız bu nedenle de var oluş yolculuğunun her adımı aslında kişinin kendisiyle hesaplaşmasını kaçınılmaz kılar. Bu hesaplaşma sizin cinsel kimliğinize yüklenilen anlamlardan soyunmayı da şart koşar ve mış gibi yaşamak yerine gerçekten olmayı tanımlar. Hiçbir sorumluluk almadan; suçlamanın, yargılamanın ve kendine acımanın çemberinde yaşamak ve yaşayabilmek için de inançlara, korkulara, baskılara ve inançlara ihtiyaç duymak. Oysa gerçek, inanmayı bıraktığınızda yok olmayandır. “Umut Lanettir” bu anlamda var olabilmek adına bir başkaldırı romanıdır.

Baş kaldırışın temel adımı da bize öğretilen kavramları tekrar tekrar sorgulamaktan, topluma, ailemize, inançlarımıza rağmen kendimizi kendimizde tekrar var etmekten geçer. Eğer bunu yapabilirseniz; kadınların ve erkeklerin doğal cinsel kimlikleri içerisinde birbirlerinin farklılıklarını kabul ederek bu farklılıkların zenginliğini, uyumunu ve keyfini de tüm gerçekliği ile yaşamalarının da aslında mümkün olduğunu anlatır “Umut Lanettir”.

İdeolojilere baktığınız zaman göreceksiniz ki tamamı erkekler tarafından erkek egemen toplum düzeninin sürmesi için geliştirilmiştir. Bunun sonucunda da kadınlar erkeklerin belirlediği oyunda kendilerinden istenen kadar bir rolü üstlenmek zorunda bırakılmışlardır. Ancak bu yüzyılla birlikte kadınlar eskiden olduğu gibi siyasette ve toplumsal yaşamın tüm kesitlerinde konu mankeni olmaya itiraz ediyorlar. Kadın olmak ve var olmak istiyorlar. Erkeklerin literatürü ile konuşmaktan, erkek gibi yaparak başarılı olmaya çalışmaktan usandılar. O nedenle de ben kendi adıma şunu söyleyebilirim. Kendi varoluş serüvenimden yola çıkarak, kadınları ve erkekleri izleyerek ve dinleyerek yazıyorum. Yaşayarak yazıyorum ve yazmaya da devam edeceğim.


Tanrıçanın Kılıcı ve Roman

Fatih Atila

Saygı ve sevgiyle hepinizi selamlıyorum.

Konuşmama bir alıntıyla başlamak istiyorum.

“Bir hizmetçi tarafından baştan çıkarılıp kendisinden bir çocuk peydahlandığı için yoksul ailesinin Amerika’ya yolladığı on altı yaşındaki Karl Rosmann, yavaşlamış gemiyle Newyork limanına girerken, çok önceden fark ettiği Özgürlük Tanrıçasını, bu kez ansızın güçlenen güneş ışığı altında gördü. Tanrıça’nın kılıç tutan kolu adeta hemen o anda yukarılara doğru uzanıyor, vücudunun çevresinde özgür rüzgarlar estiriyordu.”

Alıntı, Franz Kafka’nın ‘Kayıp’ diğer adıyla ‘Amerika’ romanının ilk paragrafı. Kafka neden Özgürlük heykelini Tanrıça, elindeki meşaleyi kılıca dönüştürmüştü? Ayrıca neden çevresinde estirdiği özgürlük rüzgarlarından söz etmişti? Neden romanın hemen başında böyle bir girişe gereksinim duymuştu? Buna tekrar döneceğim.

“Güneşin altında söylenmemiş söz yoktur” deyişini biliriz. Sadece bazı sözleri tekrarlamak istiyorum.

Metin ya da cümle, ruhun sürekli kendi kendisiyle konuşmasıdır.
Ne felsefede ne de sanatta ilerleme vardır. İkisinde de başka bir şey söz konusudur, o da iletişimi, katılımı sağlamaktır…

Edebiyat bir tekrardan ibarettir. Bu dünyaya ait bütün hikayeler İncil’de, Kasideler’in kıssalarında, Kur’an’da, Binbir Gece Masallarında, Homeros’un eserlerinde ve diğer yazılı metinlerde yer almıştır…
O halde neden sadece tarihle yetinmeyip öyküler yazmalıyız?
Yazılmalıdırlar, çünkü insanlığın geleceği için hikaye geleneğinin ölmemesi, sona ermemesi gerekmektedir.” Kim öykülerin üretilmediği bir dünya da yaşamak ister?

Edebiyatın görevi ve önemi anlatı geleneğini sürdürmekte yatmaktadır. Çünkü hayatın güçlükleri ancak anlatılarak aşılabilir, can sıkıntısı ancak anlatılarla yenilebilir.

Sizlere ticarette iflas etmiş bir dostumdan dinlediğim hikayesini anlatayım.
Müflis dostum acı içinde kıvranıp borçlularından kaçarken nihayet bir alacaklısına yakalanır. Karşılıklı oturup birbirlerini süzmektedirler. Dostum dürüsttür ama borçludur. Karşısındaki ise onu geçmişten tanımakta dürüstlüğünü bilmekte ancak borç senetlerini kasasında tutmanın rahatlığıyla haklı olarak bir ödeme takvimi istemektedir. Borçlu dostum alacaklının gözlerine gözlerini diker, çaresizdir ve hüzünlü kırık sesiyle bir türkü tutturur;

“Bu gün bana dokunmayın,
Benim benden haberim yok,
Tutmuyor elim ayağım,
Benim benden haberim yok.
Harmanımı yeller aldı,
Bostanımı seller aldı,
Bir yar sevdim eller aldı,
Benim benden haberim yok.”

Alacaklı kalkar biraz ilerde bulunan kasayı açar, borç senetlerini çıkarır ve kendisine verir, yırtmasını söyler. Sözün ve şu veya bu şekilde öykü anlatmanın gücü budur.

Roman’a gelince en klasik tanımın “Modern zamanların anlatım biçimi “olduğunu biliyoruz. En kusursuz edebi tür olarak öyküyü gören Edgar Allan Poe roman için “Akıl almaz bir tür” demişti.
Çünkü, romanın lirizmi şiiri, öğreticiliği tarihi, metafizik sorunları tartışma ve algılatma derinliği felsefeyi, insan ruhunun derinliklerine inişi psikolojiyi, toplumsal sezgisi sosyologları, kurgusu matematikçileri kıskandırır…

“Otium sine litteris mors est; Edebiyatsız geçen zaman öldürücüdür”. İnsanın insana hikaye anlatışının en son keşfi, hayatımıza yön veren roman türü, sonsuz olanaklarıyla özgür, estetik mükemmelliğe en yakın yazı formuydu.
Bu anlamda, Max Nordau’nun “Parisli kadınları Fransız romanı yaratmıştır” ya da bizden Halid Ziya’nın söylediği gibi “Hiç şüphe yok, hayat romanları değil romanlar hayatı yapıyor!” sözleri gerçeği ifade etmektedir.

Bu nedenle Balzac bilinmeden sanayileşen kapitalistleşen Paris, Dickens bilinmeden yoksulların üzerinde yükselen Britanya İmparatorluğunun Londra’sı bilinebilir mi?

Gogol ve Turgenyev bilinmeden ataerkil Çarlık Rusya’sının çözülüşü anlaşılabilir mi?

Solohov okunmadan Rus devrimi öğrenilebilir mi? Marguez bilinmeden bu günün ayağa kalkan Latin Amerikasını çözümleyebilir miyiz? Conrad okunmadan Afrika köle ticaretinin, sömürgeciliğinin ‘Karanlık Yüreği‘ algılanabilir mi? Don Kişot okunmadan ortaçağın ölümünü hayal edebilir miydik? Baktığı her kır manzarasını ekilebilir pamuk tarlaları, karşılaştığı her yerliyi köle olarak gören Robinson Cruseo okunmadan kolonyalizm anlaşılabilir miydi?

Başa dönersek, Osmanlıların Mısır Valisi Said Paşa tarafından Fransızlara sipariş edilen Özgürlük Heykeli ‘Doğu’nun ışığını’ simgeleyecek ve bu ışığın Mısırdan batıya doğru yayıldığının ifadesi olarak Süveyş kanalının girişine yerleştirilecekti.

Alegori ustası semitist ve ateist (Lucas’ın yalancısıyım) Kafka’nın Özgürlük Heykelinin bu hikayesini bilmemesi düşünülemez. Ancak bu imgeyle ilgili önsezileri artık ona elinde kılıç tutan ve bütün dünyada sözüm ona ‘özgürlük rüzgarları’ estirecek bir tanrıçaya işaret ediyordu.

Kafkaya göre “Alegorinin söylemek istediği tek şey, anlaşılmaz olanın anlaşılmaz olduğuydu.”
1911 de yazmaya başladığı ilk romanın ilk paragrafına bu yüzden böyle başlamıştı. Bir yüzyılda bu coğrafyada bunun artık fazlasıyla anlaşılabildiğini varsayabiliriz.

Tanrı elinde kılıç özgürlük taşıyıcısı tanrıçadan bizi korusun.

Hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyor, iyi çalışmalar diliyorum.

SURİYE ETKİNLİĞİMİZ

Suriye’nin Rakka kentinde, 11-14 Kasım 2007 tarihlerinde düzenlenen, “3. Abdulselam El Uceyli Roman Festivali”ne, 6 kişilik bir heyetle katılan Edebiyatçılar Derneği heyeti yurda döndü.

Genel Başkan Gökhan Cengizhan, Osman Şahin, Meltem Arıkan, Fatih Atila, Zeynep Aliye ve Bereket Kar’dan oluşan heyet üyeleri, adı geçen etkinlikte, 14 Kasım 2007 Çarşamba günü, “Türk Romanı” üzerine düzenlenen bir oturumda bildirileriyle yer aldılar.

Daha önceden Arapça’ya çevrilen bildirilerini sunan Türk romancılar, yoğun bir ilgiyle ve merakla karşılandılar. Çok sayıda soruyla karşılaşan romancılarımız, Arap yazarları ve okurları, edebiyatımız üzerine içtenlikle bilgilendirdiler. Türk yazarların bildirileri, 2008 yılında yayımlanacak etkinlik kitabında da yer alacak.

Etkinlik sonrasında, başkent Şam’a geçen heyet, 15 kasım 2007 Perşembe günü, saat 14.00’te, Kültürden Sorumlu Devlet Başkanı Yardımcısı Necah El Attar tarafından kabul edildi.

Bayan Necah El Attar’ın resmi konutunda yapılan ziyaret, son derece olumlu ve yapıcı bir ortamda gerçekleşti. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın iki yardımcısından biri olan Necah El Atar, 1975-2000 yılları arasında, 26 yıl, Kültür Bakanlığı görevinde bulundu. Şu anda, Suriye rejiminin en etkili isimlerinden biri olan Necah El Atar, Türk heyetiyle yaptığı görüşmede, şu görüşlerini belirtti:

“Abdulselam El Uceyli gibi büyük bir yazarımızın adına yapılan etkinliğe, Türkiye’den gelerek katılmanızdan dolayı onurlandık, çok mutlu olduk. Bizler, iki komşu ülke edebiyatçılarının yakınlaşmalarına, birlikte hareket etmelerine büyük önem veriyoruz. Uzun yıllar boyunca, aynı coğrafyada, aynı tarihi paylaştık. Dedelerimiz bu mirası bizlere devretti. Bu bağlarımızı ve diğer onur duyduğumuz insani değerlerimizi, bugün de benimsiyoruz. Diğer yandan, bizleri daha da yakınlaştıran karşılıklı komşuluk ilişkilerimiz bulunuyor. İçinde bulunduğumuz bu zor günlerde, ortak bağlarımız daha da önem kazandı. Tarih dediğimiz süreç gelir geçer, ama çocuklarımıza, bizleri birleştiren değerlerimizi miras bırakmamız gerekiyor. Bunlara ek olarak, aile evliliklerimiz, kan bağlarımız var. Bütün bunlar, bizleri birleştirici etkenlerdir. Demek ki, karşılıklı ilişkileri kurmak için gerekli zemin hazır durumda. Sizler, edebiyatçılar olarak, bu ilişkileri sürdürmek ve geliştirmek zorundasınız. Karşılıklı paylaştığımız insani değerleri savunmak adına işbirliği içinde olmalısınız. Ben, burada, fikir cephesinin öneminden söz açmış oluyorum. Kalem, hayatın yüzünü değiştirebilme gücüne sahiptir. Kalem, yaratıcıları eliyle bu değişimi sağlar. Bu nedenle, kalemi ve yaratıcılarını her fırsatta onurlandırmamız gerekir. Komşumuz Türkiye’den öğreneceğimiz çok şey var. Bunu sağlayacak olan da sizlersiniz. Ben, varolan ilişkilerin bu şekilde kalmasını değil, daha da geliştirilmesini arzu ediyorum. Her iki ülke yazar örgütlerinin, Arap Yazarlar Birliği ile Türkiye Edebiyatçılar Derneği’nin, karşılıklı ilişkilerini geliştirmeleri adına, gereken her şeyi üstlenmeye hazırız. Bugün bulunulan düzeyde kalmak için hiçbir gerekçemiz yoktur. Bütün samimiyetimle, iki ülke edebiyatçılarının bir araya gelmelerinden ötürü duyduğum mutluluğu sizlerle paylaşmak istedim. Son yıllarda, karşılıklı ilişkilerimiz, eskisinden çok daha güçlü bir duruma geldi. Sizler, bu ilişkiyi, daha ileri aşamalara taşıyabilirsiniz. Çünkü, sizleri yabancı olarak görmüyoruz. Bütün bu belirttiklerimi, kalıcı birer projeye çevirerek nasıl sürdürebiliriz, artık bunun değerlendirmesini yapmalıyız.”

Edebiyatçılar Derneği heyeti, Necah El Attar’ın kabulünden sonra, aynı gün, saat 18.00’de, Arap Yazarlar Birliği’ni ziyaret etti. Birlik başkanı Prof. Dr. Hüseyin Cuma tarafından kabul edilen heyetimizle görüşmeye, Arap Yazarlar Birliği’nin genel yönetim kurulu üyeleri ve komisyon başkanları da katıldı. İki yazar örgütü arasında, 24-04-2004 tarihinde, ilk kez Halep’te imzalanan kültürel antlaşmanın yenilendiği bu toplantı, oldukça anlamlıydı. Söz konusu kültürel antlaşma, 2008-2010 yıllarını kapsayacak bir biçimde, iki yazar örgütünün başkanları tarafından karşılıklı imzalanarak, üç yıl daha uzatıldı.

Toplantı bitiminde, Arap Yazarlar Birliği Başkanı Prof. Dr. Hüseyin Cuma’nın, Genel Başkanımız Gökhan Cengizhan’a verdiği plakette şunlar yazıyordu: “Suriye ve Türkiye halkları arasındaki kültürel ve edebi dostluğa saygıyla.”

Suriye devlet televizyonu, aynı gün akşam haberlerinde, Necah El Attar’la görüşmeye özel bir bölüm ayırdı. Rakka’da ve Şam’da, çok sayıda gazete ve dergi, heyetimizle görüştü.

Edebiyatçılar Derneği heyeti, Şam’da, Suriye Kültür Bakanlığı tarafından, üç gün süreyle misafir edildi.

Genel Başkanımız Gökhan Cengizhan, Suriye gezisi çerçevesinde, yeni üyelerimizi ve daha önce ulaşamadığımız dostlarımızı da göz önünde bulundurarak, (önceki aylarda kamuoyuna da duyurulan) aşağıdaki görüşlerini, bir kez daha yinelemek gereği duydu:

“2004 yılı başında, Edebiyatçılar Derneği olarak, ‘komşu edebiyatlarla buluşma’ adını verdiğimiz bir perspektif geliştirdik. Ve kendimize bir yol haritası belirledik. Yolumuzda, öncelikle bir ülke vardı; Suriye.. Son iki yılda, oluşturduğumuz heyetler içinde, 8 kez Suriye’ye gitme olanağım oldu.


Komşularımızda barış tehlikede; dahası komşularımız emperyalist işgal ve tehdit altında: Irak, Filistin, Lübnan, Suriye, İran.. Böylesi bir süreçte yapılması gereken, halklar arasındaki kardeşlik ilişkilerini güçlendirmek olmalıdır. Çünkü, halkların, birbirleriyle doğrudan hiçbir sorunları yoktur, olmamıştır da.. Halkların kültürel temsilcileri; aydınlar, yazarlar, edebiyatçılar olarak, siyasilerin birkaç adım önlerine geçmek, hatta gündemi belirlemek, inisyatifi ele almak gerekir. Son iki yılda, bu zemini büyük ölçüde oluşturduk.

Çok uzun zamandır, komşu halklar olarak birbirimizden uzaktık, daha doğrusu uzak bırakılmıştık. Yeniden birbirimize yüzümüzü dönmenin, el sıkışmanın, kucaklaşmanın zamanıdır. Yapılacak şey oldukça yalın: komşu olduğumuz bilmek ve komşuluğun gereklerini yerine getirmek.. Başlangıç için bu kadarı yeterli.

Ne yazık ki Türkiyeli edebiyatçılarda bir tür şartlı refleks gelişmiş durumda.. Büyük bir çoğunluğun yüzü, bütünüyle Batı’ya dönük.. Oysa, bir yüzümüz Batı’ya dönükken, diğer yüzümüz, daha da güçlü bir biçimde Doğu’ya dönük olmalı. Bir ayağı, belki ayak baş parmağı Avrupa’da, bir ayağı, hatta kocaman gövdesi Asya’da olan Türkiye, öncelikle komşularına yaklaşmalı.

Biliyorsunuz, Avrupa Birliği argümanlarında, Türkiye, ‘feodal Avrupa’ olarak anılıyor. Hatta, AB jargonuyla aktarırsak, ‘Avrupa’nın yetimi’.. Kuşkusuz, bizler, AB kapılarında kendimizi öksüz, yetim olarak hissedemeyecek kadar onurlu bir halkız. Yeter ki, başka seçeneklerimizin de olduğunu bilelim; örneğin, bir Avrasya, bir Ortadoğu seçeneklerimizin olduğunu..

Aynı ortak tarihi, aynı ortak geçmişi paylaşan, daha doğru bir deyimle, ortak bir mirasa sahip olan halkların kültürel temsilcileri olarak, yeniden ve nasıl bir araya gelebiliriz? Yıllar boyunca kopuk olan ilişkilerimizi, yeniden ve nasıl kurabiliriz? İnanıyoruz ki, edebiyatçılar, halkları birbirlerine yaklaştırmak için öncü roller üstlenebilirler. Emperyalistlerin politikalarını bozacak olan öncelikli stratejilerden biri de, halkların kültürel temsilcilerinin işbirliği olabilir.

İşte, bu temelden yola çıkıyoruz.

Yüzyıllar boyunca kader birliği yapan Anadolu, Mezopotamya, Ortadoğu halkları, artık barış içinde yaşamalılar. Bu coğrafyadaki komşu kültürlerle kurmaya çalıştığımız diyalogun ve yapacağımız ortak çalışmaların, tek bir anlamı var: merkezi Batı olan, ‘tek yönlü’ bir entelektüel yönelişi tersine çevirmek.

Bu perspektifle, komşu edebiyatçılar, ‘aracısız’ bir biçimde, bölgesel, yerel düzlemlerde sıklıkla buluşmalı, aralarında kalıcı, uzun erimli bir kültürel köprü oluşturmalılar.

Edebiyatçılar Derneği ile Suriye ve Filistin yazar örgütleri arasında bağıtlanan kültürel antlaşmalar, Türkiye halklarıyla Arap halkları arasındaki ikili ilişkilerin sürdürülme zorunluluğuna yanıt verme, halklar arasındaki tarihsel bağları daha da derinleştirme, Filistin halkının haklı davasını uluslararası alanda, barışa ve adalete hizmet edecek biçimde savunma, gibi öğeleri içeriyor.

Diyebilirim ki, düz, çıplak siyasal argümanların ötesinde, ülkeler arasındaki reel politik yakınlaşmaların üzerinde bir düzeyde gelişiyor, kurduğumuz ilişkiler.. Ve hiç kuşku yok ki, Suriye ve Filistin yazar örgütleriyle bağıtlanan bu kültürel antlaşmalar, bölge edebiyatları açısından, ucu açık, ufku açık bir gelecek vaat ediyor.

Edebiyatçılar Derneği olarak, bu önemli çabada, Türkiyeli yazarların en etkin, en atak örgütü olmayı başardığımızı, rahatlıkla belirtebilirim.

Ortadoğulu meslektaşlarımızla, sorunlu komşuluk ilişkilerimizin çözümüne edebiyatçılar olarak nasıl katkı sağlayabiliriz, bunları tartışıyoruz. Daha da önemlisi, ulusal kültürlerimizde yer alan, çarpıtılmış, bozulmuş, Türk/Arap, Türk/Acem imgelerini nasıl düzeltebiliriz, bunlara kafa yoruyoruz.

Ülkelerimiz arasındaki siyasal yakınlaşmaların verimli bir fırsat ve şans olduğu da açıktır. Ancak aydınlar ve yazarlar olarak bir adım öne geçmeliyiz. Türkiyeli entelektüeller, ister Batı’ya, ister Doğu’ya yönelik yaklaşımlarda, siyasilerin devre dışı bıraktığı her türlü seçeneği, kendi alanlarında değerlendirebilmeli, gerekirse öncü tavır ve pratikler geliştirebilmeliler, diye düşünüyoruz. Sonuçta, bizler edebiyatçılar olarak birbirimize yakınlaşacağız, bizler yakınlaştığında, halklar birbirine yakınlaşacak, halklar yakınlaştığında, aramızda “sınır” diye bir şey kalmayacak; kağıt üzerindeki sınırları yırtıp atacağız!

Ortadoğu edebiyatlarında güçlü bir “direniş edebiyatı” geleneği var. Ne yazık ki Türkiyeli okurlar ve yazarlar olarak, bu geleneği yeterince tanımıyoruz. Oysa, anti emperyalist çizgisi belirleyici ve baskın olan bir ülkenin aydınları/yazarları olarak, komşu halkların, komşu kültürlerin, komşu edebiyatların direniş gelenekleriyle türlü biçimlerde buluşmak gerekiyor.

Emperyalizmin, halkları birbirine düşman etme, birbirine kırdırma politikasına karşı, halkların kültürel temsilcileri olan aydınlar/yazarlar arasında kurulacak işbirliği biçimleri önem taşıyor. İşte, komşu ülkelerdeki meslektaşlarımızla üç yıldan bu yana süren ve gelişerek sürecek olan ilişkilerimiz, bu sağlam temelde, bu özenli zeminde yürüyor.

Edebiyatçılar Derneği olarak, tarihsel ve toplumsal bir sorumlulukla, insani ve vicdani bir yükümlülükle tavır alıyoruz. 2004 yılı Nisan ayından bu yana “komşu edebiyatlarla buluşma” adını verdiğimiz ve bu başlıkla inşa etmeye çalıştığımız perspektifimizi, süreç içinde elde ettiğimiz ve elde edeceğimiz kazanımlarımızı, aynı düşünceleri, aynı arayışları, aynı kaygıları olan kurumlarla, yapılarla, kadrolarla paylaşmaya da hazırız.”


ARAP YAZARLAR BİRLİĞİ İLE İMZALADIĞIMIZ KÜLTÜR ANTLAŞMASI

ARAP YAZARLAR BİRLİĞİ İLE EDEBİYATÇILAR DERNEĞİ'NİN
2008-2010 YILLARINI KAPSAYAN KÜLTÜR ANTLAŞMASI

Taraflar kendi halklarına karşı taşıdıkları sorumluluktan hareketle, Türk ve Arap halkları arasında, geçmişten bu yana var olan kültürel ilişkileri geliştirmek ve sağlamlaştırmak, iki halkın kültürünü, sanatını, edebiyatını karşılıklı olarak tanımak ve tanıtmak amacıyla, aşağıdaki konularda anlaşmışlardır.


Madde 1- Taraflar, uluslararası toplantılarda (kongre, konferans vb.) insani değerlere, adalete ve barışa hizmet edecek düşünceleri yaymak için tüm güçlerini kullanarak ortak çaba sarf edeceklerdir.

Madde 2- Taraflar, kendi adlarına yayınladıkları dergilerden beşer (5) adedi, kendi adlarına bastıkları kitaplardan ikişer (2) adedi, karşılıklı olarak birbirlerine göndereceklerdir. Ayrıca, taraflar arasında, bilgi alışverişi için gerekli ortam yaratılacak, düzenli bilgi ve belge değiş tokuşu sağlanacaktır. Her iki taraf da, ülkelerin ilgili yasaları çerçevesinde, birbirlerinin edebiyatını kendi ülkesinde tanıtmaya çalışacaktır.

Madde 3- Taraflar, her yıl birbirlerine en az bir heyet göndereceklerdir. On günlüğüne, 2 ya da 3 kişiden oluşacak bu heyet, kültürel etkinliklere (seminer, panel, buluşma vb.) katılmak amacıyla diğer taraf ülkeye konuk olacaktır. Yol giderleri gönderen tarafa, konaklanma ve ağırlanma giderleri ile iç ulaşım karşılayan tarafa ait olacaktır.

Madde 4- Taraflar, kendi dergilerinde, diğer ülkenin edebiyatı hakkında hazırladıkları çeviri dosyaları yayımlayacaklardır.

Madde 5- Her iki taraf, üyelerinin özel ziyaretleri durumunda, karşı tarafın üyesine elinden gelen tüm kolaylığı gösterecektir. Üyelere, bağlı bulundukları kurumdan aldıkları kimlik ya da görev belgelerini ibraz etmeleri koşuluyla, maddi yardım hariç, her türlü kolaylık sağlanacaktır.

Madde 6- Bu antlaşmanın süresi üç yıldır. Bir taraf, diğer taraftan antlaşmanın iptalini ya da değişikliğini talep etmedikçe, kendiliğinden yenilenmiş olacaktır.

Yer; 15.11.2007, Şam /Suriye

Dr. Hüseyin Cuma
Arap Yazarlar Birliği Başkanı

Gökhan Cengizhan
Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı

28 Eylül 2007 Cuma

BABASININ BAVULU VE BULANTI

A. Kadir Bilgin

Babasının bavuluna geçmeden, 2005 yılında aynı ödülü kazanan Harold PİNTER’in “BİZ IRAK HALKINA SEFALET, ÇÜRÜME VE ÖLÜM GETİRDİK!” başlıklı konuşmasından bazı bölümlere göz atalım;

-“Nikaragua’da yaşanan trajedi bu dediğimin hayli tipik bir örneğidir. ABD acımasız Somoza
diktatörlüğünü 40 yıldan fazla süreyle destekledi.” ,

-“ABD İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ve sonrasında hemen her sağcı askeri diktatörlüğü desteklemiştir. ABD’nin 1973’te Şili’de yol açtığı dehşet hiçbir zaman aklanamaz ve asla mazur görülemez. Bu ülkelerde yüzbinlerce insan ölmüştür. Bunlardan ABD dış politikası mı sorumludur? Bu sorunun yanıtı:Evet o ölüm-
ler vuku bulmuştur ve sorumlusu ABD dış politikasıdır. Ama siz bundan habersizsinizdir. Sanki hiçbir şey olmamıştır. Çünkü kimse bunlara aldırmamıştır. ABD’nin suçları sistematik, sürekli, ahlaksızca ve acıma-
sızca olmuştur, fakat pek az kimse onlardan söz etmiştir.”

-“...bu sıralarda ABD en büyük gövde gösterisi içindedir. Zalim, aldırmaz, tehditkar ve acımasızdır, ama
öyle olduğu kadar aynı zamanda çok zekidir de. Kazanan daima kendisidir.”

-“ABD 132 ülkede 702 askeri üsse sahip....8000 aktif ve işlevli nükleer savaş başlığına sahip...bunlardan 2000 tanesi alarm verildikten 15 dakika sonra ateşlemeye hazır durumda.”

-“ABD, kartlarını masaya açık açık ve korkusuzca seriyor. Ne Birleşmiş Milletlere, ne uluslararası hukuka aldırıyor, ne de kendisine karşı yapılan eleştirilere kulak veriyor, öyle yapmayı bir güçsüzlük sayıyor ve yersiz buluyor. Küçük kuzusu, patetik ve miskin Büyük Britanya’nın meleye meleye peşinden gelmesi ona yetiyor. Bizim ahlaki duyarlılığımıza ne oldu? Bu sözcüğün anlamını acaba biliyor muyuz? Bu sözcüğün şimdilerde nadiren kullanılan vicdan kelimesiyle bir ilişkisi var mı?”

-“Guantanamo Körfezi’ne bakınız. Orada hukuk yok. “Uluslararası camia” denilen şey bu kanunsuzluğa sadece göz yummakla kalıyor.”

-“Irak’ın işgali bir haydutluk fiilidir, uluslararası hukuk kavramını hiçe sayan apaçık bir devlet terörizmidir. İstila, yalan üstüne yalan söyleyerek, medyayı ve dolayısıyla kamuoyunu manipüle ederek başvurulan keyfi bir askeri harekattır, Ortadoğu’da ABD’nin askeri ve ekonomik hakimiyetini pekiştirmeyi amaçlamaktadır, diğer bütün bahaneler iflas ettikten sonra insanlarla alay edercesine özgürlük masalına sarılmışlardır. Biz Irak halkına işkence getirdik, bombalar, hafifletilmiş uranyum, haddi hesabı olmayan rastgele öldürmeler, sefalet, çürüme ve ölüm getirdik, bütün bu yapılanların adına da “Ortadoğu’ya özgürlük ve demokrasi getirmek” koyduk. Kitlelerin katili ve savaş suçlusu ilan edilmeniz için daha ne kadar insan öldürmeniz gerekir?....Öyleyse, Bush ve Blair, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne çıkartılmalıdırlar.”

-“...yurttaş olarak kararlı, şaşmaz ve azimli bir entelektüel kararlılıkla davranmalıyız. Şayet böyle bir kararlılık siyasal öngörümüzde mevcut değilse, yitirdiğimiz şeyleri geri alma şansına da sahip değiliz demektir. Yitirmekte olduğumuz şey; insan onurudur.”

Dünyanın herhangi bir köşesinde yaşayan bir aydının rahatlıkla altına imza koyabileceği bir konuşma metni bu. Uçma yetisini yitirmemiş bir yüreğin kanat çırpışları. Kendisini çağından sorumlu tutan bir aydının kanayan haykırışları.. Bu kan, Emile ZOLA’nın 1896’da Dreyfus davasıyla ilgili olarak Fransa Cumhurbaşkanı’na yazdığı “İtham Ediyorum” başlıklı yazıyla orduyu ağır bir dille suçladığı damardan akıyor. Bu, onun bir yıl hapse, 3000 frank para cezasına çarptırılmasına ve İngiltere’de sürgünde (1898-99) yaşamasına neden oldu. Ancak, gündemi sarsan bu çıkışı sonucunda, Yahudi subay Dreyfus aleyhine mahkemede kullanılan belgenin uydurma olduğu ortaya çıktı. Uydurma belgeyi düzenleyen albay intihar etti. Yeniden görülen mahkeme sonucunda 1906’da Dreyfus tamamen temize çıktı ve ordudaki görevine döndü. Zola, tüm bu gelişmelerin sonunda, insanlara aydın tavrının ne ve nasıl olması gerektiğini duyurdu. Bir aydının, doğruları ve adaleti sonuna kadar savunması gerektiğini tüm dünyaya öğretti.

Gelelim Orhan Pamuk’un Nobel öyküsünün öncesine ve sonrasına. Pamuk’un, “Bir milyon Ermeni öldürüldü.” sözüyle nereye varmak istediğini hâlâ anlamış değilim. Geriye, gerçeklere bir göz atalım hep birlikte;
İngiltere’nin Erzurum konsolosu Trotter’in 7 Eylül 1880 yılındaki tespitleri;

Müslüman Ermeni Diğer
Erzurum 202.074 52.341 3.396
Van 82.204 39.113 30.375
Bitlis 145.009 77.993 2.153
Harput 168.894 44.102 1.793
Diyarbakır 140.538 27.254 4.861
Sivas 283.043 53.013 17.867
Toplam 1.021.762 240.803 60.445

1893 Nüfus Tahrir Neticeleri;
Erzurum 455.548 101.138 3.356
Van 59.412 60.448 -
Bitlis 167.054 101.358 -
Harput 300.188 73.178 543
Diyarbakır 289.591 46.823 1.166
Sivas 766.558 116.545 37.813
Toplam 2.028.351 499.490 42.878

1914 Osmanlı Nüfus Sayımı (O dönemde elde kalan 33 vilayette);
Toplam 13.243.000 1.526.045 1.226.422

Ermenilerin imha edilme eyleminin baş mimarı Bahaettin Şakir idi. 3. Ordu komutanı Vehip Paşa, onu 1916’da yakalasaydı idam edecekti. Buna rağmen yakalananlardan, Yozgat Boğazlıyan kaymakamı Kemal, Ermeni katliamı nedeniyle suçlu bulunarak idam edilir. Müftü Abdullahzade Mehmed, “dine karşı ağır suç” ve “Allah’ın gazabından korkarım” diyerek kaymakam aleyhine ifade vererek idam edilmesinde rol oynar. Ayrıca, Konya ve Sivas valileri, “Ermenilere yardım ettikleri” gerekçesiyle sürgün edilirler.

Yukarıdaki adı geçen Doğu illerinde değil bir milyon, yarısını bile ancak bulan Ermeni nüfusuna karşı Pamuk’un böyle bir laf etmesi, onun bu konudaki bilgisizliğinin ürünüdür. Leonardo da Vinci “Chi poco pensa molto erra” (Az bilen, çok yanılır.) derken herhalde bu durumu kastetmişti. Derin düşünebilmek için, insanın bilgi dünyasını derinleştirmesi gerekir. Bu durumda, Konfüçyüs’ün ; “Boş insan teneke gibi tıngırdar, onda erdem aranmaz.” sözünün altını kalın bir çizgiyle çiziyorum.

Fransız Parlamentosu’nun 12 Ekim 2006’da “Ermeni Soykırımı”nı inkar edenlere ceza verilmesini karara bağladığı gün, bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü’nün Orhan Pamuk’a verildiği açıklandı. Fransa’nın kendi geçmişindeki özgürlük mücadelelerini bir kalemde silip atan bu kararı karşısında şaşırmamak elde değil. Katliam olarak adlandırılan, Türk ve Ermeni uluslarının tarihlerine kara bir leke gibi girmesi gereken, insanlığın barbarlık dönemlerinden kalma, acımasız bir savaştır ki bunun örneklerini yakın zamanda Yugoslavya parçalanırken, Afganistan, Irak,2006 yazında İsrail saldırısı sonucunda Lübnan’da gördük. Ayrıca Fransa’nın Cezayir’de yaptıkları da unutulmadı. Her ulus kendi tarafına yontuyor, ancak her iki ulus da suçludur. Bir Türk’ün ya da Ermeni’nin hatırladığında yüzünün kızarmasını gerektirecek bir olaylar zinciridir. Utanma duygusu olanlar için elbette.

Ödülünü aldığı, 10 Aralık 2006 İnsan Hakları Günü idi. Ödül alırken yaptığı konuşmada ne bu günden söz etti, ne de Pinter gibi ABD’nin merkezinde olduğu küresel sorunlara değindi. Onun için önemli olan, “Babasının Bavulu” ile “Yazmak için bir odaya kapanmak”tı. Sayfalarca sözün özeti bu. Bir çuval keçiboynuzunu bu bir gram bal bile etmeyen değersiz konuşmayı yiyerek geçirdim zamanımı. Konuşmasının sonundaki, neden yazdığını açıkladığı gerekçeler arasında, toplumsal, küresel tek bir mesaj yok. Kendi alanlarında başarılı olmuş insanların biyografilerini, otobiyografilerini okuduktan sonra kıskandığım çok oldu. Newton’u, Einstein’ı, Marquez’i, Pinter’i ve daha nicelerini kıskandım ve daima öğrendim onlardan. Ancak Orhan Pamuk söz konusu olunca, ne sevinç, ne de öfke duyabiliyorum. Saman tadı ağzımdaki. Bol ödüllü filmleri görmeme engel olan işkil yine işbaşında. Adlandıramadığım bir şüphe tarafından kemirilip Pyrrhon’un kuşkuculuğuna yaklaşıyorum. Orhan Pamuk ödülü aldıktan sonra, gerçekten “pambık” (Anadolu’da pamuğa böyle derler) gibi bir adam olup çıktı. Ardına saklandığı, insanın gerilim katsayısını yükseltmeye yarayan gülücüklerini peş peşe sıralıyor. O. Pamuk’un maskesinin ortasında yer alan beyaz dişlerinin bombardımanına uğruyorum. Pamuk’un karakter çözümlemesine girişecek değilim, ancak, dura dura konuşmasını, gözlüklerinin altındaki, sinsice mi, bilgece mi, tilki gibi mi baktığına karar veremediğim gözleri bana itici geliyor. Coşku bir insanda aradığım en önemli özelliklerden biridir. Gülen, ağlayan, öfkelenen, hüzünlenen, sevincini belli eden, acı çeken, kısaca duygularını dışa vurabilen insanları seviyorum. Bir insanın uluslararası kimlik kazanabilmesi için kendi toplumunun tepkilerini en iyi şekilde dile getirmeyi bilmesi gereklidir.

10 Aralık 1948’de kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”nin 30 maddesinden hangisine uygulanmaktadır ülkemizde? Günümüze kadar imza altına alınmış hangi bildirgenin maddelerine uyulmaktadır dünyada? Örneğin 1984 yılında kabul edilen, “Halkların Barış Hakkı Bildirgesi”nin 3. maddesindeki; “Halkların barış haklarını kullanmalarını güvenceye almak için, devlet politikalarının, savaş tehdidinin, özellikle nükleer savaş tehdidinin ortadan kaldırılması, uluslararası ilişkilerde güç kullanmaktan kaçınılması ve uluslararası anlaşmazlıkların, Birleşmiş Milletler Antlaşmasına dayanarak barışçı yollarla çözümlenmesi yolunda yönlendirilmesi gerektiğini önemle belirtir.” ifadelerine hangi devletler uymaktadırlar?

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne imza koymuş bir ülke olan ülkemizde, bu 30 maddeden hangisine uyulup, hangisine uyulmamaktadır? Ücretsiz sağlık mı, ücretsiz eğitim mi? 12 Eylül Anayasası ile yönetildiğini de mi unuttu? Paramparça edilen insan vücutları, sürekli tecavüz durumundan bir türlü kurtulamayan insan beyinleri karşısında, üç maymunu oynayan insanlık karşısında söyleyecek hiçbir sözü olmayan Orhan Pamuk’un, sürekli gülümseyen maskesinin altında aslında nasıl bir yüz ifadesi taşıdığını merak ediyorum. Görmezden gelmekle kalmayıp, suçların üstlerini kapatmayı da ardındaki medya desteğiyle pek iyi becerebilmekte. Burada Arif Damar’ın bir sözünü anımsatmamın bir yararı olur mu acaba; “Çağının tanığı olmak yetmez, sanığı da olmak gerekir.” Basın, her zamanki yalakalık göreviyle kameraları zumluyor. Aynı çokbilmiş kişiler medyada övgüler düzüyor. Örnek: “....olağanüstü bir başarıyla özümlemiş bir edebiyatçı.....siyasal bir duruşu da var.” 5 Kasım 2006 Radikal İki, s.7, Hasan Bülent Kahraman. “Yazmak için bir odaya kapanmanın siyasal duruşu.” (!) Toplum olarak, dünya olarak, yıllardır tıkıldığımız tek tip hücreden onurumuzu kurtararak nasıl çıkacağız? En tepeden destekli, soyguncunun, vurguncunun, emekli katillerin, sahte kahramanların tatil cenneti bir ülkenin bireyleri olmaktan kurtarabilecek miyiz kendimizi?

Babasının kendisine; “Bir gün paşa olacaksın !” dediğini anımsatıyor. Ben de Orhan Pamuk’a “Paşa olmak önemli değil, önemli olan ADAM olabilmektir.” anımsatmasını yapmak istiyorum. Ayrıca, bir de “Paşa” olayım derken, “Maşa” olmamaya dikkat etmeli insan.

“Tarihsel fırsatları kaçırma özürlü” bir toplumun, sıradan bir üyesi olduğunu gösterdin. Senin de, bu kadar kirlenmiş, kirletilmiş dünyada BİR DURUŞUN olmalıydı. Friedrich Nietzsche’nin, Sabahın Gizeminden Doğanlar’daki şu sözleri ne kadar düşündürücü; “Sahip olunması zorunlu tek şey var: Ya yaratılıştan ince bir ruhtur bu, ya da bilim ve sanatla inceltilmiş bir ruh.” Ne yazık ki hâlâ ruhlarımız kalın. Belleksiz, okuma alışkanlığı % 3-4 olan, her açıdan geri bir toplumda, çok yönlü dayatmalarla büyüdük. Bu durumu değiştirmek yine bireylere düşmektedir. Aristo’nun; “Köleler için kölelik; hem yararlı hem doğrudur.” sözünü hak ediyoruz galiba.

Harold Pinter’in sözünü yineleyerek bitirmek istiyorum yazımı; “Yitirmekte olduğumuz şey; İNSAN ONURUDUR.”

27 Eylül 2007 Perşembe

ANAYASA TARTIŞMALARI

devlet” için değil, “yurttaş” için anayasa!

Gökhan Cengizhan
Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı

İktidar partisi AKP tarafından “belli” akademisyenlere hazırlatılan yeni anayasa taslağının, 12 Eylül cuntasının, temel hak ve özgürlüklerle ilgili alanda koyduğu bütün sınırlamaları aynen koruduğu anlaşılıyor. Tek ayrıcalık, din ve vicdan özgürlüğünde!

Ülkemizde, AB’ye uyum sürecinde, 2001 yılından bu yana, birtakım anayasa değişiklikleri yapıldı. Ancak, nedense, bu değişiklikler, Anayasa’daki “bazı” maddelerle sınırlı tutuldu, tümünde varolan antidemokratik anlayış, olduğu gibi korundu.

Düşünce ve ifade özgürlüğü, basın ve yayın özgürlüğü gibi temel özgürlük alanlarında çıkarılan ya da çıkartılacak “düzenlemeler”, yani bu özgürlüklerin nasıl kullanılacağına ilişkin “düzenlemeler”, siyasal iktidarın çıkardığı ya da çıkartacağı yasalara bırakılıyor. Amaç, yurttaşa adeta kaşıkla verilen özgürlüklere şöyle ya da böyle (milli güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak gerekçe gösterilerek) sınırlama getirmek…

T. C. devletinin bütün Anayasalarında, özgürlükler tek tek tanımlanıyor, fakat bu özgürlüklerin kullanımı, yasalarla düzenleniyor. Siyasal iktidar için “yasa”nın anlamı, en temel özgürlüklerin kullanımına sürekli yeni sınırlamalar, yeni kısıtlamalar, yeni yasaklar getirmekten ibaret…

Ne yazık ki, 2007 Türkiye’sinde, “düşünceye suç” sürüyor! Düşünce ve ifade özgürlüğü, köklü bir biçimde Anayasal güvenceye bağlanmak yerine, en fazla yasalarla “öteleniyor”. Türk Ceza Yasası, Sıkıyönetim Yasası, Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kuruluş Yasası, Terörle Mücadele Yasası, Siyasi Partiler Yasası, Basın Yasası, Dernekler Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, YÖK Yasası, ve benzeri pek çok yasada (bir kısmı dönemsel olarak yürürlükten kaldırılmış olsa da, yeniden kolayca yürürlüğe sokulabiliyor) düşünceyi ve ifadeyi açıklama özgürlüğünü türlü gerekçelerle kısıtlayan ya da yasaklayan yüzlerce madde bulunuyor.

Örnekse, yakın bir tarihte, “düşünce suçluluları” şartlı salıverildiler, ancak bu yasadan yararlananların, gelecekteki düşünce açıklamaları da, böylece ceza tehdidi altına alındı. Üyelerimizden, Turhan Feyizoğlu’nun durumu, buna örnek oluşturuyor.

Ülkemizde, Anayasa değişiklikleri, özgürlükleri “sözde” geliştirmek adına yapılıyor. Ancak, bu değişikliklerin bir anlam kazanabilmesi, ilgili ve ilişkili yasalarda özgürlükleri geliştirici düzenlemelerin yapılmasına bağlı… Ne var ki, öngörülen yasal düzenlemeler bir türlü gerçekleştirilmiyor. Ülkemizde, yarım yüzyıldan bu yana, özgür düşünceye izin yok!

Anayasa’da, yani “kitap”ta, temel hak ve özgürlüklerle ilgili bölüm başlıkları genelde şöyledir: Temel hak ve hürriyetlerin “sınırlandırılması”, temel hak ve hürriyetlerin “kötüye kullanılması”, temel hak ve hürriyetlerin “kullanılmasının durdurulması”… Kitapta, basınla ilgili bölümde, “basın hürdür, sansür edilemez” der! İki tümce altta, yaklaşık 30 kadar tümceyle de, basının nasıl yasaklanacağı madde madde özetlenir! Dünden bugüne çıkartılan bütün Anayasalarda ve ilgili yasalarda, temel belirleyici sözcük “ancak”tır! Özgürlükler, önce birer birer tanımlanır, sonra “ancak”lı bölümde, birer birer kısıtlanır!

Ayrıca, yasalardan, herkes eşit ölçüde yararlanamaz: diyelim yasa, “dernekler politikayla uğraşamaz” der. Ne var ki, Edebiyatçılar Derneği de, TÜSİAD da, aynı yasayla, dernekler yasasıyla kurulmuş olmalarına karşın, portonlar kulübü TÜSİAD politika yapar, Edebiyatçılar Derneği yapamaz. Yaparsa, görün başına neler gelir!?

Örgütlenme özgürlüğü de, bu anayasal rejimden nasibini fazlasıyla almıştır. Günümüzde, kültürel ve sanatsal ortam içinde etkinlik gösteren yapıların karşılaştığı en önemli sorun, doğrudan “örgütlenme” sorunudur. Anayasalarda ve bağlı yasalarda, sivil/demokratik örgütler, temelde “potansiyel” suç odakları olarak değerlendiriliyor. Yönetici sınıf, oldum olası, bu örgütlerin etkinliklerini kolaylaştırmayı değil, tam tersine zorlaştırmayı görev biliyor. Temel kaygı şu: yurttaşın sivil/demokratik örgütlenmesi karşısında, “devlet”in düzenini korumak! Oysa çok açık: “devlet”in anlı şanlı örgütlülüğü karşısında, “yurttaş”ın sivil/demokratik örgütlülüğünün güçlendirilmesi gerekiyor.

Diyelim, dernek olarak bir etkinlik düzenliyorsunuz; “uygulama” büyük kentlerde farklı, taşrada farklı! Ankara’da ya da İstanbul’da, ya da İzmir’de düzenlediğiniz bir etkinlik için, mülki idareden izin almanıza gerek yok; eğer etkinliği taşrada, diyelim Antakya’da düzenliyorsanız, sizden katılımcıların bütün kimlik bilgileri istenebiliyor. Temel yaklaşım çok basit: etkinliği potansiyel suç hareketi, katılımcıları potansiyel suçlu olarak görmek!

Diyelim, düzenlediğiniz etkinlikle ilgili bir afiş hazırlıyorsunuz; bu afişi, bulunduğunuz kentin herhangi bir duvarına “kendiliğinden” asmaya kalksanız, “izinsiz gösteri” suçuyla 18 ay ceza almanız mümkün! Tersi durumda, bir klasör dolusu evrakla, mülki idareye başvurmanız zorunlu! “Asarım ve bir şey olmaz” diyorsanız, unutmayın burası Türkiye!

İsterseniz, bir fıkrayla açıklık getireyim: kapısında “giriş ücretsizdir” yazan diskotek önünde gençler kuyruğa girmişler, eğlence bedava ya, bu olanaktan gönüllerince yararlanacaklar. Eğlence bitiyor ve gençler diskotekten çıkmaya koyulurken, kapıdaki görevli adam başı 50 ytl talep ediyor. Gençler, “nasıl olur” diyorlar, “giriş ücretsizdi”, görevli pişkince yanıt veriyor, “iyi de çıkış ücretsizdir” demedik ki!

İşte, Anayasalarda ve yasalardaki “ancak”lar bu anlama geliyor.

Ülkemizde, düşünce ve ifade özgürlüğü, yanı sıra örgütlenme özgürlüğü, bu özgürlüklerin nasıl kullanılacağına ilişkin sayısız yasal düzenlemeyle adeta cendereye alınmıştır. Oysa sorun, özgürlüklerin nasıl kullanılacağı değil, bu özgürlüklerin kullanılmasını sınırlayan, kısıtlayan, yasaklayan engellerin nasıl ortadan kaldırılacağı sorunudur.

Devlet ve yurttaş, iki ayrı perspektiften bakıyor, soruna. Örneğin, dernek kurmak hakkı, kişi topluluklarına özgü en temel hak ve özgürlüklerden biridir. Ancak, bu hak, dönemler boyunca, çıkartılan onlarca yasayla katmerli bir biçimde yasaklarla donatıldı. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde, Dernekler Yasası, derneğin amacına ve kurucularına ilişkin sayısız yasayla gitgide ağırlaştırıldı.

1972 yılındaki dernekler yasasının gerekçeleri şöyledir: “dernek sayısının gittikçe artması, bu gidişle toplum hayatı için çok denebilecek bir ölçüye çıkma istidadı göstermektedir (.) devletin dernekleri etkin bir şekilde kontrol etmesi imkan ve yetkilerini vermemektedir (.) derneklere alınacak üyeler için aranan şartlar, kanunda açıkça belirtilmediği için, derneklere gelişigüzel üye alınmaktadır, devletin idari ve mali kontrolü, bugünkü cemiyetler kanunu çerçevesinde çok etkisizdir, devlet idaresini son derece uğraştırıcı niteliktedir (.) 1961 Anayasasının getirdiği geniş hürriyet havası içinde dernekler asıl amaçlarını gizlemek suretiyle kurulmaktadır.”

1982 Anayasasında ve bu yasaya göre çıkartılan 2908 sayılı Dernekler Kanunu’nda, devlet artık kendi örgütlülüğü dışındaki bütün yurttaş örgütlenmelerine, hep kuşkuyla yaklaşacaktır. Her türlü örgütlenme özgürlüğünün karşısına, “kamu düzeni” adına sayısız gerekçe konulacaktır.

Özet olarak örgütlenme özgürlüğü, devlet açısından başlı başına bir tehlikedir! Bu zihniyetin, yıllar içinde köklü bir değişiklik gösterdiği söylenemez. 2001 yılından bu yana, Anayasanın bazı maddelerinde, bugün gündemde olan yeni anayasa taslağında yapılan ya da yapılması öngörülen değişiklikler, -AB’ye uyum sürecinde yasallaştırılan görece değişiklikler dahil- temelde aynı yasakçı zihniyeti sürdürüyor.

Belki trajikomik olan gerçek şu: varolan Anayasada yapılan kısmi değişiklikler de, Avrupa birliği katılım ortaklığı belgesi’nde T. C. devletinin üstlendiği zorunluluklar nedeniyle hayata geçirildi: gönülsüzce!

Demek ki, esas olarak “devlet”in, “yurttaş”ını özgürleştirme ve onun örgütlenmelerini demokratikleştirme niyeti, kendi başına bir “amaç” değil, deyim yerindeyse “katlanmak” durumunda olduğu başka bir süreçle bire bir bağlantılı..

Düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan bütün hükümler, Anayasa ve yasalardan çıkartılmadan, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki bütün engeller ortadan kaldırılmadan; düşünce, ifade ve örgütlenme üzerine özgürce söz söyleyebilme, bu söze uygun zeminler yaratabilme olanağı, ne yazık ki ortada yok!

Yazar örgütleri, diğer sivil/demokratik örgütlenmelerle birlikte, böyle bir zemini var etmek adına, her türlü çabayı üstlenmeliler, kuşkusuz. Yaşanılan tarihe müdahale de bunu gerektiriyor.

Tüm üyelerimize iyi çalışmalar dilerim.

Dayanışma duygularımızla…




ANAYASA YENİLEME SÜRECİ ÜZERİNE…(*)

Remzi Özmen
Edebiyatçılar Derneği Genel Sekreteri

"Pratik kafalı bir adamın çocuk bahçesini fabrika ilkelerine göre,
ya da fabrikayı çocuk bahçesi ilkelerine göre yönetmesi düşünülemez;
böylece, düşünceler dünyasında da bilginler
yöntemleri yanlış uygulamaktan kaçınmalıdırlar."
Arnold Toynbee


Yeni bir anayasa "çalışmalarının" gündeme iyice yerleştiği görülüyor. Çoğunluk olası metnin içeriğiyle uğraşıyor. Oysa sorun "anayasanın anlamında"; anlam ne yaptığımızla değil nasıl yaptığımızla değerlenir. Neyse... Sonucun ne olacağı aslında belli(!) bunu biliyoruz; ancak bu ülkede "olmaz olmaz", bunu da biliyoruz. Burada, olası sonuçları, kurgusal sorunlar olarak ele alıp bu olası sonuçların sonucu ortaya çıkabilecek sorunlar üzerinden sorular soracağız. Biraz karışık oldu; olsun, süreç daha da karışık çünkü!..

OLGU: Her seçimden sonra olduğu gibi, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra da dile getirilen "halkın tercihine saygı gösterme" isteği, nedense 1982 Anayasası için yapılan halkoylaması(!) sonuçları için istenmez. Çünkü gerekçe hazırdır ve doğrudur: O halkoylaması olağanüstü koşullar altında yapıldı.
Soru 1: "Olağanüstü koşullar" yalnızca askeri yönetim dönemlerinde mi olur?
Soru 2: "Sıfır noktası"nda bir seçim ya da halkoylaması hangi ülkede ve ne zaman yapılmıştır? Bu olası mıdır?
Soru 3: "Halkın tercihi"nin bu denli hızlı ve ters yönde değiştiği başka bir ülke var mıdır?
Soru 4: Sosyoloji, piskoloji, sosyal piskoloji vb. bilim dalları ne işe yarar?

KURGU 1: Halkoylamasına gidilmesi durumunda, "talep üzerine" hazırlıkları yapılan ve çalışmalar sonunda ortaya çıkan taslak; o sırada iktidarda bulunan partinin milletvekillerinin oylarıyla kabul edildi diyelim.
Soru 1: Halkoylamasında sonuç "Hayır" çıkarsa ne olacaktır?
Soru 2: Halkoylamasında sonuç, kılpayı "Evet" çıkarsa ne olacaktır?
Soru 3: Halkoylamasında sonuç, o sırada iktidarda bulunan partinin son seçimde aldığı oydan daha -hele önemli bir oranda- fazla çıkarsa -ki çıkabilir- ne olacaktır?

KURGU 2: Halkoylamasına gidilmesi durumunda, "talep üzerine" hazırlıkları yapılan ve çalışmalar sonunda ortaya çıkan taslak; TBMM'de büyük çoğunlukla ya da oybirliğiyle kabul edildi diyelim.
Soru 1: Halkoylamasında sonuç, "Hayır" çıkarsa ne olacaktır?
Soru 2: Halkoylamasında sonuç, kılpayı "Evet" ya da "Hayır" çıkarsa ne olacaktır?
Soru 3: Halkoylamasında sonuç, düşük bir oranla "Evet" çıkarsa ne olacaktır?

KURGU 3: "Talep üzerine" hazırlıkları yapılan ve çalışmalar sonunda ortaya çıkan taslak; ister o sırada iktidarda bulunan partinin milletvekillerinin ister TBMM'deki tüm milletvekillerinin ya da bazı partilerin milletvekillerinin isterse iktidar partisinin ve diğer partilerin milletvekillerinin bazılarının katılımıyla, halkoylamasına gidilerek ya da gidilmeyerek "kabul" edildi diyelim.

Soru: Partilerin durup dururken(!) bölündüğü; birdenbire kurulan bir partinin iktidara gelebildiği; bir partinin bir seçimde, bir önceki seçimde aldığı oydan, beklenmedik oranda az ya da çok oy alabildiği bir ülkede -ki dünyanın demokratik(!) hiçbir ülkesinde bu durumların örneği yoktur-;
A) O sırada iktidarda bulunan parti bir anda bölünürse -yakın geçmişimizde(!) örneği vardır- ne olacaktır?
B) Olağanüstü koşullar sonucu bir erken seçime gitmek durumunda kalınır ve o sırada iktidarda bulunan parti -ülkemizde daha önce yaşandığı gibi-, seçimde beklenmedik oranda oy yitirirse ne olacaktır?

SORUN: Ülkemizde, partilerin durup dururken(!) bölünmesini; birdenbire kurulan bir partinin iktidara gelebilmesini; bir partinin bir seçimde, bir önceki seçimde aldığı oydan, beklenmedik oranda az ya da çok oy alabilmesini -ki dünyanın demokratik(!) hiçbir ülkesinde bu durumların örneği yoktur- göz önüne alalım.

Soru: "Birkez yaşanan daha sonra da yaşanabilir" diyorsak ve bu durumu yaşadıysak aşağıdakilerden hangisi/hangileri kurgumuza yanıt olabilir?
A) Anayasayı birkez toptan değiştirmekle bir şey olmaz.
B) Yeni bir parti, yeni bir Meclis, yeni bir anayasa; neden olmasın?
C) 1961 Anayasası "bol"du; 1982 Anayasası "dar"dı. Hele bir giyelim bakalım.
D) Anayasa yapma işi teknik(!) bir iştir; biz anlamayız.
E) Hepsi ya da hiçbiri.


(*) Bu yazı, "Terazi Aylık Hukuk Dergisi"nin 14. sayısında (Ekim 2007) yayımlanmıştır.

KONUK YAZARLAR

Kadın Şiiri

Shahareh (Şerâre) KÂMRÂNÎ

"Özgeçmiş: 1973 yılında doğdu. Tahran’da yaşıyor. İktisat mezunu. Şair ve çevirmen. “Allah’ın Sofrasının Başında” adlı yapıtı bulunuyor. Mustafa Kutlu’nun “Mavi Kuş”, İbrahim Sadri’nin “Adam Gibi”, Necip Fazıl Kısakürek’in “Çile” adlı yapıtlarını Türkçe’den Farsça’ya çevirdi."


Öncelikle, neden “kadın şiiri?” diye sorulabilir. Acaba edebiyat bu tür sınıflandırmaları kabul eder mi? Açıktır ki belirli bir konuda kenarda yer alan gruplar, çeşitli isimlerle kendilerini kanıtlamaya çalışırlar.

Diğer yandan, edebiyat, gerçeğin kaybolmuş ve gizlenmiş yönlerini, tozlanmış tarih sayfalarının altından gün yüzüne çıkarma gayretindedir. Edebiyatın bir bölümü azınlıklara ilişkin gerçekleri incelediğinden, azınlıklar “kendilerine ait” bir edebiyat yaratırlar.

Tarihsel azınlık olarak niteleyebileceğimiz kadınlar için de özel bir edebiyat türü tasavvur edilebilir. Azınlık olarak tasavvur edilmelerinin nedeni ise akıldır. Tarih boyunca erkek unsuru ön planda tutulmuştur. Bu şekilde kadınlar, yaratılışın eksik yarıları olarak, tam yarıların egemenliği altında kalmışlardır.

Tarih boyunca hikmet ve düşünce ile uğraşan şair, yalnızca Fars kültüründe değil tüm dünyada, eril sıfatıyla nitelenmiştir. Kadınlar genellikle şiirden uzak durmuşlardır. Çünkü böylesine yüce bir konuma ulaşmak, hatta bu eksik yarımların cesaretlerini topladıkları zamanlarda bile onların akıllarından geçmemiştir. Zamanla kadınlar düşünce vadisinin tekelci töhmetlerinden kaçmak için erkek isimleri kullanarak şiir söylemeye başlamışlardır. Bazı araştırmacıların Shakespeare’in kadın olduğunu ve erkek ismi kullanarak ünlendiğini ileri sürdüklerini duymuşsunuzdur.

Tarihte her olayın bir başlangıcı vardır. Kadınların şiir söylemeye başlamalarının da bir tarihi vardır. Fars şiiri tarihi, kadın şiirinin 10. yüzyılda başladığını söyler. Fars tarihine göre bu sınırlar içerisinde yetişmiş ilk kadın şair, Râbia Kazdârî’dir.

Eğer her metnin önceki metinlere dayandığı; hiçbir şeyin birden ortaya çıkmadığı düşüncesini kabul edersek Râbia’yı alternatif kadın edebiyatının çağlar boyunca adı tarihte kaydolunmuş ilk kadın şairi kabul etmemiz gerekir. Kadın şiirinin başlatıcısı veya ilk kadın şair olarak değil. Bu kabule göre Râbia’dan önce, Râbia’nın şiirlerinin temelini oluşturan şiirler söylemiş kadın şairler olduğu sonucuna varırız.

Tarihin seslerini duymadığı veya bir nedenle kendilerinden söz etmediği nice kadın şairler olduğu kesindir. Tarihte bu gibi durumlarla çokça karşılaşılır. Tarihin, özellikle feminist eğilimlere karşı, taraflı olması kavramının altında yatan da budur. Sizce nasıl? Siz, toplum kültürünün bugüne oranla daha ataerkil olduğu o dönemde hiçbir destek olmadan bir gece bir kadının kadınlar arasından başını kaldırıp güçlü şiirler söyleyerek vâkanüvisi adını tarihe kaydetmeye zorladığını mı sanıyorsunuz? Elbette Râbia, o dönemin kadın şiirinin tek temsilcisi değildi ve tarih, artık kaçış yolu bulamadığından, bu gruptaki kadınlardan bir kısmının adını anmaya mecbur kalmıştı: Habbâbe, Muğniye, Bezl, Denânîr, İzze Milâ, v. b.

Şiirde kadın şairlerin siması, sözgelimi Fars şiiri tarihindeki kadın siması, diğer ulusların tarihinde olduğu gibi kötü tasvir edilmiştir. Tarihin kendine olan özgüven eksikliğinin devam etmesinden dolayı erkek egemenliği devam etmektedir. Asırlar boyunca bireysel ve toplumsal seçkinciliğin her türü şairliği kadına layık görmemiş ve tarih boyunca onu aşk tanrıçası ve doğurganlığın sembolü görerek kişiliğine saldırıda bulunmuşlardır.

Acaba kurallara ve egemen yasalara karşı çıkan bir kadının yazgısı nedir? Fars şiirinin ilk kadın şairi kardeşinin emriyle Bektaş adında bir köleye gönül verdiği gerekçesiyle hamamda öldürülüyor. Ve böylece Râbia’nın sesi; Fars şiirinin güçlü kadın sesi yeniden susmuş oldu.

Râbia’dan sonra tarihte adı anılan ikinci kadın şair Muhtesî’dir. 11. yüzyılın sonlarında ve 12. yüzyılın başlarında yaşayan Muhtesî’nin şiirleri tarihin kulaklarında yankılanmıştır. Elbette bu dönemde de kadın kişiliğine, özellikle de şair kadının kişiliğine saldırı kuvvetle devam etmekteydi.

Gerçek şudur; Râbia’dan Muhtesî’ye, sonrasında Padişah Hatun ve Melik Cihan Hatun’a kadarki o boğucu dönem içerisinde kadının, bir azınlık olarak sahip olduğu sınırlar çerçevesinde, şairlik yeteneğini ortaya çıkarmasını sağlayan asıl etken ne onların gözle görülür şairlik eğilimleri ne de sözlerinin sağlamlığı ve açıklığıdır. Hepsinin başarısının asıl sebebi, ailevî ve sınıfsal üstünlükleri, dolayısıyla, sahip oldukları konumsal imtiyazdı. Yoksa normal bir kadın, nasıl öyle bir atmosferde, dönemin seçkin toplulukları arasındaki rekabeti birbirine katıp öne çıkabilir ve mevcut durumu değiştirerek geleneğe başkaldırabilirdi? Tüm bunlarla birlikte, biz bugün, bir cinsi diğerine üstün tutmak veya aralarında bir sistem oluşturmak ya da birinin düşüncesini diğerine üstün kılmak niyetinde değiliz. Yapmak istediğimiz iki cinse mensup şairlerin söyledikleri şiirler arasındaki olumlu diyalog sürecinin geç başlamasının nedenlerini ortaya koymaktır.

Antik dönemde kadının toplumun temel direği sayıldığını biliyoruz. Ama bu, o dönemde kadının erkeğe üstünlüğü anlamına gelmiyordu. Altın çağ adı verilen bu çağda kadın ve erkek doğal ortamlarında, barış içerisinde yan yana yaşamakta ve ayakta kalabilmek için birlikte çaba göstermekteydiler. Erkek ava gider, kadın ise düzeni sağlama görevini üstlenirdi.

Zamanla erkek, avcılıktan aldığı güçle, sonraları ise çiftçilik ve ondan elde ettiği bol ürünün gücüyle, daha sonraları ise elinde bulundurduğu mal ve bunun sonucu ortaya çıkan miras belirleme ihtiyacı ile güç odağı olma yönüne meyletti. Kadın böyle bu konuda etkin bir role sahip olmadığından güçsüzleşti ve erkeğe belirleyici bir kimlik kazandırdı.

Kadın, sahip olduğu ev idareciliği ve çocuk bakımı rolüne rağmen kenara itildi; çünkü elde edilenler miras yoluyla erkeğe geçiyor ve bu durum erkeğe, kadının ulaşamayacağı bir güç kazandırıyordu. Bu şekilde çeşitli kültürlerde kadının en aşağı düzeye kadar devam eden inzivaya çekilme süreci başlamış oldu.

İslâm’ın yayılmasıyla hakir görülen kadın, itildiği karanlık kuyudan dışarı çekildi. Tekrar onuruna kavuştu. İslâm, kadın ve erkeğin değerini takvâya göre belirledi. İki cinse de herhangi bir üstünlük tanımadan kadın ve erkeği birbirlerinin tamamlayıcısı olarak niteledi. Bu semavî dinin egemen olmasının ardından aşağı doğru seyreden kadın kişiliğinin mantıksal yükselişe geçmesi beklenirdi. Ama dini gerçekten benimsemiş sınırlı topluluklar dışında, kadın bütün boyutlarıyla olması gerektiği konuma erişebildi mi?

Gerçek şu ki, tüm dinlerde, din adına ve toplumun gelişmesi adına, yaşamın getirilerini adaletsizce paylaştırmaktan kaçınmak için kadına anlamsız bazı ölçütler verilmiş ve bu durum kadını öncekinden daha fazla inzivaya sürüklemiştir.

Simon De Boire tarafından ortaya atılan “ikinci cins” kavramının da Ahd-i Atik’te kökleri bulunmaktadır. İslâm dininde de, Kur’ân’ın kadına izzet veren açık ifadesine[1] ve Hz. Peygamber’den (s) ve İmâmlar’dan nakledilen hadîslere rağmen ve masum şair Hz. Fâtıma ve yerle bir edici mantığın sahibi Hz. Zeynep gibi seçkin kadın kişiliklerine karşın yine de kadın simasının tahrifiyle karşılaşmaktayız.


Tüm bunlara rağmen, edebiyat tarihinde kadının genel itibariyle üç siması olduğunu söyleyebiliriz:
1. Övülenler, 2. Yerilenler ve 3. Sevgililer.

Birinci gruptaki kadınlar iradeli ve cesur kadınlardır. Onlar bu özellikleriyle erkeklere benzerler. Çünkü o dönemin dünyasında ve edebiyatında, söz konusu sıfat “erkeklik” sıfatları arasında sayılmıştır. Firdevsî’nin Şahnâme’sinde bu sıfata sahip çok sayıda kadının adı geçer. Tehmîne, Rûdâbe, Gerdâferîd, Sîndoht gibi kahraman yetiştiren kahraman kadınlar.

Kuşkusuz zeki ve aydın görüşlü Firdevsî gibi bir şairin şiirinde kadın, işleviyle önem kazanmıştır. Kadın yaptığı iş ile kınanır veya övülür. Bu tarz düşüncenin izlerini, bazı çağdaş feminist söylemlerde bulabiliriz. Cinsiyet ötesi bir bakışla, fizyoloji ve psikolojiyi göz ardı ederek, her kadının yeteneğini göz önüne sermek gerekir. Kadın eğer para ve güç sahibi erkeklerle her konuda aynı konumda olmak istiyorsa kendisini türlü yeteneklerle donatmalıdır. Her halükarda Şahnâme’ye göre daha “erkek” olmak, insana değer katan bir özelliktir. Son bakış açısına göre de kadın, tam anlamıyla ataerkil olan bir toplumda işlevi ölçüsünde yaşamın getirilerinden faydalanır ve övülür.

İkinci gruptaki kadınlar, yaşamın görünen kısmından başka bir şey seçemeyen dar görüşlü kadınlardır. Edebiyat tarihinde, özellikle didaktik edebiyatta, bu tür kadınlar şiddetle kınanırlar ve kimi zaman da hayvanlara benzetilirler. Onlar birkaç gün geçirmek, yemek, içmek ve uyumak için dünyaya gelmişlerdir. Erkeklere, kemale erme yolunda bu tür kadınlardan uzak durmaları tavsiye edilmiştir.

Üçüncü gruptaki kadınların yaşamlarını incelendiğimizde, önceki dönemlerde kadının durumu hakkında somut bir bilgi elde edemeyiz. Onların farklı toplumsal sınıflar arasında gerçek konumları yoktur. Sanki gerçek bir varlıkları da yoktur. Onlar, o dönemlerde, normal kadınların görevlerinden ve içinde bulundukları şartlardan habersiz perde ardında kalmış sevgililerdir.

Bu üç grup kadını incelediğimiz zaman karşımıza hoşumuza gidecek bir tablo çıkmaz. Onlar, edilgen ve yaşamın kenarında kalmış ve beğenilmeyen sıfatlarla donanmış varlıklardır: Hileci, eksik akıl, şaşkın, düşünsel ve eylemsel bağımsızlığa meylettiklerinde hain ve affedilmez eylemlerin failleridirler.
Ama nasıl akarsu kayalıklar arasında kendine yol bulur ve akmaya devam ederse, Fars edebiyatında da kadın şiiri kendi yolunu bulmuş ve devam etmiştir.

Muhtesî’nin parladığı dönemden 14. yüzyıla kadarki bu dönem, İran toplumunda esaslı değişimlerin meydana geldiği bir dönemdir, kadın şiirinin göğünde başka yıldızlar parlamıştır:
Cihan Melik Hatun, 14. yüzyıl
Mihrî-i Herevî, 15. yüzyıl
Cemîle ve Zaifî-i Semerkandî, 16. yüzyıl
Dilâram ve Bîgem, 17. yüzyıl

Ama aynı taraflı kalem, yani tarih bu kadınların şairlik özelliklerinden ve şiirlerinden ziyade yüz güzelliklerinden, sınıfsal üstünlüklerinden v.b. söz etmiştir.

Bu uyanış ve kadınların toplumsal hayata katılımı Meşrutiyet’e kadar devam etmiştir.İran’da benzersiz siyasî ve sosyal değişimlerin boy göstereceği döneme yaklaşılan bu dönemlerde şiir de; hem kadın hem erkek şiiri, radikal bir değişim geçirmiştir. Şiir yavaş yavaş aristokrat zümrenin dışına çıkmış, halkla ve halkın sorunlarıyla tanışmaya başlamıştır.

O dönemde erkeklerin kadınlara bakışının da bir ölçüde değiştiğini itiraf etmek gerekir. Elbette bunun en büyük nedeni Meşrutiyet hareketinin kadınları bir araç olarak kullanmasıdır. Şu anlamda ki, tarihin tüm hassas dönemlerinde olduğu gibi erkekler, daha sonra onları yeniden kenarda tutmak ümidiyle, bu suskun topluluğun potansiyel gücünden faydalanarak hareketi zafere ulaştırmışlardır.

Ancak set çatladığında suyun önünü almak zor olur. Bu dönemde İran’dan Avrupa’ya giden aydın insanlar, Fransız İnkılâbı sonrası meydana gelen köklü sosyal değişimleri İran’da anlatmışlardır. Kapitalizm, ucuz iş gücünden faydalanmak için kadınları evden dışarı çıkarmış, kadınlar da erkek egemen toplumda kendilerini ispatlamak için çaba göstermeye başlamışlardır. Ancak bu hareket çok kısa bir zaman sonra Kapitalizm’in başka bir araç olarak kullanmayı planladığı seksin ağlarına yakalanmıştır.

Fasl-ı Bahar Hanım, Âlemtac Kâimmakamî, Hamide Sipehrî, Şems Kesmâî, Bedrî Tendrî, Mihrtac Rahşân, (çağdaş şair Simin Behbehânî’nin annesi) Fahr Azmî … Meşrutiyet ile Pervin’in parladığı dönem aralığında İran edebiyat göğünde parlamış şairlerden bazılarıdır.

Bu kadınların şiirlerinin teması, geçmiş tarihin zulmünün yanısıra yoksul ve işçi kesimin yaşadığı sıkıntılardır. Bu yönelişte Rus Bolşevizminin etkisinin ve nüfuzunun olduğu söylenebilir. Bu konular, zamanla dönemin en etkili edebiyat dergisi olan Azâdistan’da da işlenmeye başlamıştır. Bu dergide ilk defa Şems Kesmâî Cafer Hamane ve Takî Rafet ile birlikte mevcut şairlik geleneğini yıkma girişiminde bulunmuş, eskilerin şiir biçiminden ve dilinden yüz çevirmişlerdir. Başlangıçta geleneğe başkaldırı boş bir çaba gibi görünse de, başlarını bir kadının çektiği bu grup Fars şiirinin değişmesi gerektiğinde ısrar ettiler. Onlar, hiçbir zaman muhafazakârların alaycı tavırları karşısında eğilmediler.
Yeni dünyayı görmek için yeni bir bakış açısı gerekmiyor muydu? Bu hareketi, Nîmâ Yûşic devam ettirdi. Şiirde klâsik şiirin genel bakışının egemenliğinde detayları görerek veznin ve kafiyenin dar duvarları arasından dışarı çıktı. İnsaflı bir bakış hiçbir zaman bu değişimlerin sonuç vermesinde kadınların, özellikle de Şems Kesmâî’nin rolünü inkâr edemez.

Pervin Yıldızı;
Pervin, farklı bir şekilde yetişmişti. Aydın bir insan olan babası kızını müsbet görüşlerle ve ahlâkla tanıştırmış, onu şairliğe yöneltecek temeli olan bir edebiyat topluluğu arasında yetiştirmişti. Merhûm Dehhuda, Mirzade Aşkî, İrec Mirza ve dönemin özgür düşünceli birkaç aydını daha bu topluluk arasında yer alıyordu.

Kimi zaman Fransızcadan Farsçaya çeviri yapan Pervin daha sonra çevirdiği metni zihin gücünün yardımıyla nazıma aktarıyordu. Pervin çok kısa sürede üne kavuştu ve uzun süre şöhret göğünde dolaştı. Pervin, eğitsel ve eleştirel şiirlerinde kadın ruhundan ve dilinden uzaklaşır. Sanki o, ilerlemekte olan zamanın insanına ve kadınına yabancıdır ve sanki o, kadınlık ruhunu susturmuştur.
Bununla birlikte o, bazı şiirlerinde kadının ekonomik bağımlılığını bu cinsin aşağılanmasının nedeni olarak gösterir ve kadının değerini bağımsızlığında ve kendine yetmesinde görür.

Bugün de kadınlarla ilgili tartışmalarda bu konuyla karşılaşmaktayız. İyi denilebilecek bir işe sahip olan kadınlar iş güçlerini satmayı güç ve özgürlük elde etme aracı olarak görmektedirler.

İran’ın tedricî uyanış hareketinin devamında kadın insanî güzel hasletleri ile erkekle omuz omuza daha iyi bir yaşam kurmak için şiir söylemeye başladı. Bu türe örnek olabilecek şiirleri Ahmed Şamlû’nun, İhvân-ı Sâlis’in, Simin Behbehanî’nin, Suhrab Sipihrî’nin ve Tahire Saffarzade’nin eserlerinde bulabiliriz. Hayal olmayan, gerçekliklerinden söz edilen kadınlar. Her ne kadar henüz iffetsizlik gibi sıfatlar onlara yakıştırılsa da bu tür şairler toplumun gerçeklerini şiirlerinde yansıttıklarından Tahire Saffarzade, Tulelli, Nîmâ, Nusret Rahmanî … gibi şairlerin şiirlerinde bu tarz ifadelere yer vermeleri doğaldı.

Tüm bunlarla birlikte bu yıllarda kadın, sinirli ve isyancı bir simaya sahiptir. Kadın, toplumun erkek egemen kurallarının ve erkek için aşk aracı olmanın dışına çıkmış, kimi zaman âşık bir varlık olarak durumundan ve iç dünyasından söz etmiştir.

İsyan şiirleri, yapılan tanımların dışına çıkma isteğinin dillendirilmesidir. Furuğ-i Ferruhzâd’ın, Simin Behbehanî’nin ve Tahire Saffarzâde’nin şiirleri isyan şiirlerinin en güzel örnekleridir.

Bu dönemden sonra kadının, Fars şiirinde farklı bir sima kazandığını, işlenen konuların değiştiğini görmekteyiz. O erkek cinsi gibi kültürel, toplumsal ve siyasal konularda söz söylemeye başlamıştır. Anne veya eş olduğu durumda edilgenlikten kurtulmuştur. Hatta mitolojik bir bakışla yaratıcı ve doğurgan toprak şeklinde betimlenmiştir (Tahire Saffarzâde’nin şiirlerinde olduğu gibi).
“O ikisi birbirine kavuştu,
Bulutlu bir hâle içerisinde korkulu adımlarla
O ikisi birbirine kavuştu
Babam gök, annem toprak idi.”

Tüm bu anlatılanlardan farklı olarak o dönemin kadın şiirinde kronik bir gelecek korkusu göze
çarpmaktadır. Elbette bu korku, eski edebiyatın kadına yamadığı korku ve zaaftan farklıdır. Şartların
iyileşmemesi ve gelecek korkusu Simin Behbehanî’nin şiirlerinde çok güzel bir biçimde
betimlenmiştir:
“Acı! Bu kalp kıran harabede
Asla seni amacına ulaştıracak bir yol olmayacak.
Asla bir mektep ya da okulda,
Sevgiyle eteğin temiz kalmayacak.”

Kadın ruhunu işleyen en güzel şiir örneklerine Furuğ-i Ferruhzâd’ın şiirlerinde rastlarız. Onun şiirinde kadınlık dalgalanır. Bu, Ferruhzâd’ı kendisinden önceki şairlerden ayıran en önemli yöndür. O tecrübeci bir şairdir. Eleştirmenlerin çoğu onun ilk üç kitabını “bir cesur kadın şairin, daha sonra basamakları çıkmasında kendisine yarar sağlayan alıştırmaları” şeklinde nitelerler.

Furuğ, keşmekeşliklerle dolu bir ailede çocukluğunu heyecanla geçirdikten sonra hassas ve üzgün bir ruh haliyle genç kızlığa adım atmış isyancı ruha sahip bir kadındı. 16 yaşında evlendi. Ama sorunlar çok kısa bir zamanda yaşamını alt üst etti. Bu dönemde şiir yazmaya başlayan Furuğ, daha hassas ve daha asi bir ruhla çalışmalarına devam etti. 17-25 yaş arasında “Esir”, “Duvar”, ve “İsyan” adlı kitaplarını yayımladı. Bu kitaplarında daha çok iç dünyasını anlatıyordu. Dörtlük biçiminde yazdığı şiirlerinin çoğunda eski temaları işliyor, klişeleşmiş dili taklit ediyordu. Furuğ bu dönemde şiirin biçimi ve bölümleri arasındaki mantıksal uyumu göz önünde bulundurmuyordu. Henüz kendisini ve dünyayı doğru dürüst tanımadığı bu dönemde yalnızca duygularını kaleme alıyordu. Çok uzun sürmeyen bir sürecin ardından tam da bu kadın şairin ruhî ve malî bunalıma girdiği dönemde şiirleri gerçek konumuna ulaştı ve değerini gösterdi.

Bu dönemde Furuğ’un yorgun ama isyancı ruhu kendisini erotik ve saldırgan şiirlerinde gösterir. Bazı eleştirmenler, özellikle kadın şiiri konusunda çalışanlar, Furuğ’un bu dönemde verdiği ürünlerle diğer kadın şairlerden tamamen ayrıldığı görüşündedirler. Elbette bu tür örneklere başka kadın şairlerin eserlerinde rastlamak mümkündür. Ancak Doğulu kadını çevreleyen unsurlar el ele verip genellikle Doğulu kadın şaire şiirlerinde bu tür konuları işleme imkânı tanımaz. Veya bu tür konuların erkek şairlerin şiirlerinde işlenmesi hiçbir zaman erdem sayılmamış, sanatsal becerilerin söz konusu edildiği yerde hiçbir zaman yetenek bu tür konuların işlenmesiyle ön plana çıkmamıştır. Genel itibariyle, cinsel ve tensel konularda güçlü bir kaleme sahip olmak iki cinsin yazınsal yetkinliğini gösterme aracı olarak görülemez.

Her halükarda bu tür şiirlere, sosyolojik bir bakış, genç bir kadının korkusuzca geleneğe ve toplumsal değerlere karşı çıkmasının altında yatan nedenleri irdeleyebilir. Gerçi sözcük oyunları, Furuğ’un bu tavrını yenilikçi bir hareket olarak isimlendirmemize olanak tanımaktadır. Bu dönemde onun şiirine zenginlik katan şey, bu tür konuları işlemesi değildir. O, olayların inceliğini görmüş, şairâne bir şekilde incelemiş ve onun vücudunda şiir ve yaşam bir bütün haline gelmiştir.

Yenilikçi hareketler bu şekilde devam etmiştir. Modern hayatta ve elbette günümüz şiirinde kadınlar, “kadın dili” aracılığıyla yeni tecrübelerini anlatmak istemektedirler.


[1]
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 13)


İran Şiir Cumhuriyeti

Hamid Reza Shekarsari

"Özgeçmişi: 1966 yılında Tahran’da doğdu. Şair ve eleştirmen. “Yine Bir Cuma Geçti-1996”, “Çağdaş Edebiyat Seçkisi-2000”, “Işıkların Hepsinden-2003”, yayınlanmış yapıtlarından birkaçı.. Eleştiri yazılarını, “Susmadan Konuşmak-2004” adlı kitabında topladı. Pek çok şiiri İtalyanca’ya çevrildi. İran’ın en meşhur edebi konferansçılarından biri olarak ün yaptı."

Her çağın veya her dönemin özel bir zamanına ait şiirin tarihini tanımak, o şiirin kalitesini anlamak ve onun gelecekteki şiire etkisini tahmin etmek kaçınılmaz bir gereksinimdır.

Şiir akımlarını inceleyen bir araştırmacı, onların tarihi bağını gözardı ederse, çalışmalarında gelenek ve yenilikleri birbirinden ayırdetmekte yanlış yapma ihtimali yüksektir.

Araştırmacı, dönemin siyasal, kültürel, sosyal ve hatta ekonomik değişikliklerinin tarihini iyi bilmelidir. Zira, Farsça düz şiirin babası olarak bilinen Nima’nın da dediği gibi “dünyanın hiç bir yerinde, sanat eserleri ve onda saklı bulunan duygular değişmemiştir. Bu, ancak sosyal yaşamın değişmesi sonucunda değişebilir.”
[1] Diğer yandan çeşitli devirlere ait sanatçılar arasındaki mesafeyi belirlemek amacıyla yapılan incelemelerde, daha çok farklılıklar ön plana çıkarılmakta ve benzerlikler ciddi olarak dikkate alınmamaktadır; bu yüzden yeni uslupların ortaya çıktığı yanılgısı doğmaktadır ki, bu doğru değildir. Böyle bir kopukluk, siyasette mümkün olsa da, edebiyatta felsefi bir yanlışlıktır.

Nima ve ondan sonra ortaya çıkan şiir, dönemin siyasal, kültürel ve sosyal talepleri üzerine ortaya çıkmıştır. 1920’lerde ortaya çıkan yüzeysel demokrasi ürünü siyasal şiir, 1930 ve 1940’lardan sonra ortaya çıkan siyasal ve partizan şiir, o dönemin siyasal ve sosyal atmosferinden kaynaklanan karmaşık soruların açık cevabıdır.

Sloganik, çekişmesiz ve şiddetsiz dönemlere zemin hazırlayan “yenilgi şiiri”, aynı zamanda şiirin kendisi ile ilgili düşünme fırsatı, şiir teorilerinin yaratılması ve ardından teorize edilmiş çerçevelerde şiir söyleme olanağını da sağlamış oldu. 10, 15 yıllık kısa bir süre içerisinde “yeni dalga şiiri”, “hacim şiiri”, “plastik şiir”, “halis şiir” ve benzeri usluplar, o dalgalar ve akımların sonucu olarak bu doğrultuda birbiri ardından ortaya çıkmış; ve bazen aynı hızla unutulmuş ve hatıralardan silinmiştir.
[2]

Her biri farklı dallar ve çeşitli bakış açılarından yaratılmış olsa da, genel olarak İran İslam inkılabı öncesi edebi atmosferde söylenen üç çeşit şiirden bahsetmek mümkündür :

Potansiyel sanat sembolleri ve işaretlerini kaybetmiş, bazen açık, sloganik, asabi ve genelde hamasî, ümit verici ve heyecan yaratıcı bir bildiri niteliğine indirgenmiş, siyasal ve sosyal şiir. Bu şiir o dönem sanatçılarının zihninde şekillenen kapsamlı hayat önceliklerinin bir sonucudur. “Gerçekte marifet, basit ve doğru bir gidişat doğrultusunda bir düşünceye dönüşerek yaşamın belli bir sahasıyla çekişme içerisindeydi. İşte bu, her şeyi kapsayabilen siyasal saha idi... Sonuçta siyasi boyut dışında düşünmeyi olanaksız gören ve hatta sadece siyasi düşünceyi doğru düşünce olarak gören bir sonuç”.
[3] Böylesine siyasetzede bir ortamda şiir de âfetlerden korunamamıştır. Dolayısıyla bir çok şair, edebi bakışla devrimci eylem arasında gerçek bir birlik oluşturarak sloganik bir şiir uslubu ortaya çıkarmıştır. Bu yazının devamında söyleyeceğim gibi İslam inkılabının gerçekleşmesi ile birlikte bu uslup daha da ivme kazanmıştır.

Tahmin edilebileceği gibi teorisyenlerin suskunluğu/yenilgisiyle! sonuçlanan edebi görüşlerin dalgaları arasından ortaya çıkan teorizede şiir. Bu uslup İslam inkılabının gerçekleşmesi ile, tahmin edilenden daha uzun süren bir suskunluk dönemi olmuştur. Zira devrim, en azından ilk dönemlerde, kendi hedeflerine hizmet eden bir şiir istiyordu, ancak bu şiirler, kendi teorisyenlerinin hedeflerine ulaşmaktan başka hiçbir şeyi düşünmüyor ve sonuçta özel bir kesime (bir kısım şairlere) hitabediyordu.

Dönemin yararsız şiirinin devamı olan seks dalgalarına binmiş nötr ve etkisiz romantik şiir. Önceki yılların romantik şiirinin tahtsız ve taçsız varisi sayılan ancak onun inkar edilemez hayal gücünden yoksun olan bu tür şiir, dönemin bir çok popüler gazete ve dergilerinin köşelerini doldurmaktaydı. Halbuki, önceki iki çeşit şiir, az sayıda olsa bile edebi kesime ait bazı dergilerde veya düşük baskılı kitaplarda yayımlanmaktaydı.

Bu arada çağdaş şiirin en zor yıllarında her türlü aşırılık ve esneklikten uzak cesurca yoluna devam eden kalıcı sesleri de gözardı etmemek lazım.

Büyük “Şamlu” ne slogancılara karşı, ne de teorisyenlere karşı, hiç bir zaman yıldı. Muhafazakar bir şekilde “Nima”nın yolunu devam eden “Ahavan”. Hiç bir baskı altında eğilmeyen, zirveye kadar yükselen ve orada sönen “Sohrab Sepehri”. Ve “Tahire Saffarzade”, “Muhammedrıza Şafi’i Kadkani”, “Ali Musavi Garmarudi”, “Manuçehr Ataşi”, “İsmail Nuri”, “Nemat Mirzazade”, “Hüseyin Munzavi” gibi şairlerden parlayan şiirler…

* * *
İslam inkılabı İran’ın tüm sütunlarını etkiledi. Bu toplu değişiklik, Nima’nın da dediği gibi şiir başta olmak üzere bütün sanat eserlerinde derin ve geniş bir değişiklik meydana getirdi. Başka bir ifadeyle İran devriminin en kesin sonuçlarını edebi devrimde görmek mümkündür.

İran islam inkılabının ilk ve en büyük etkilerinden biri (verileri!), “Şiir Cumhuriyetinin” ortaya çıkması olmuştur.
[4]

Devrimin tüm alanlarında hazır bulunarak yüzyılın en büyük reformlarından birini gerçekleştirdiklerini gören halk, isteyerek veya istemiyerek her alanda var olmak istedi. Var olmak için en elverişli ve en geniş alanlardan biri, sanat alanı, özellilkle de edebiyat ve şiir alanı görüldü. Bu son alanın elverişli olması, İran halkının yüzyıllar boyunca gönlünün derinliklerinde yuva kuran şiirden kaynaklanmaktadır.

İslam inkılabı İran halkına, giderek tüm topluma yayılan bir demokrasi veya en azından bir tür demokrasi armağan etmiştir. Şiir başta olmak üzere tüm sanat alanları diğer alanlarda olduğu gibi bu armağandan yararlanmıştır.

İslam inkılabından önce sadece toplumdaki aydınlar reformcu rolde şiirler yazsa da, şimdi her kesimden ve her sosyal gruptan şairler, reformcu rolünü üstlenerek, şiire kendi bakış açılarından bakmaktaydılar (bu bakış açısı başlangıçta toplu görüşlerle yakınlık ve hatta benzerlikler taşımaktaydı). Böyle bir kalabalık ortamda sayısal açıdan yüksek olmakla birlikte, kalite açısından İran şiirinin 50’lerdeki düşük düzeyinde olacağını tahmin etmek kolay olacaktı.

“Devrim, başı boş Modernizm akımını frenleyen bir harekettir. Yani kendi içinde değişime açık olduğu halde, geleneksel bir harekettir. Bu geleneksel devrim her alanda (yeniden) geleneklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
[5] Bu yüzden İran şiirine egemen olan söylemin değişmesi, “İran Şiir Cumhuriyeti” oluşumunun en bariz bir sonucu olduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla devrimin gerçekleşmesi ile birlikte, uzun süre İran şiirinde görünen klasik kalıplar, fırsattan yararlanarak, oturmuş şiir metinlerine isyan ederek kendileri oturmuş metne dönüştüler. İran İslam inkılabının geleneksel ve fanatik mahiyeti, dönemin siyasal ve sosyal eylemlerine karşı duyarsız kalan yeni şiirin büyük bölümüne gösterilen infiali ve doğal aşırı tepkiyi beraberinde getirmiş ve onu körüklemiştir.

Bir çok şair isteyerek yada istemeyerek bu durumun ortaya çıkmasında yeni kalıpları suçlamış, hatta bazı yeni şiir yazanlar bile klasik şiire yönelmişlerdir. Bu arada, gazel, mesnevi, dörtlük ve rubai daha fazla ilgi görmüştür.
“Bir sabah bana gel, beni yerden kopar,
Bana bir bak, baştan ayağa altın kıl,
Bu kanlı gövdemi yataktan al,
Beni omuzuna al, Allah’a yaklaştır,
Bu ufuklarda hep çiçekler bitmiş,
Ben şehitlerin kanıyım, bana, lâle diye seslen”
Mansur Avcı


“Şehidin boğazında bir kaplan yatıyor
İçindeki üzüntüde siyah bir bulut yatıyor
Kükredikten sonra düşerse,
Yeryüzünde sanki büyük bir dağ yatıyor”
Mansur Paymard

Diğer yandan klasiklerin zenginliği ve yeni kurulan şiir cuhuriyetinin özellikle genç şairleri arasında düz şiir yazma deneyiminin yokluğu, İran şiirinde egemen olan söylemin değişmesini sağlayan etkenler arasındadır. Entelektüel toplulukların baş tacı olan yeni şiir topluluklarında bulunmayan şairler, bu üslubun yabancısı oldular, şiir deyince İran edebiyat tarihinin büyük klasik şairleri akıllarına geliyordu. Diğer taraftan şairlerin muhatap alanlarını genişletme isteği ve bu muhatapların klasik şiire olan ilgisi, bu kalıpların yeniden canlanmasını beraberinde getirmiştir. O dönemin genç şairleri gibi, şiirle olan bağları sadece klasik şiirle sınırlı kalan muhataplar…
“Kanlı bayrakla savaş meydanına gel,
Düşmanın saflarını kır dök ey yiğit,
Mertce namerdin gözü önünde yıka,
Kanının kırmızısı ile sararmış yüzünü“
Nasrullah Merdani

Son olarak, şiir dalgaları ve akımlarının, her türlü yabancı olguya karşı susma edebiyatından kaynaklanan, İslam inkılabı gibi geniş ve büyük bir olayın karşısında da susmaları yüzünden, siyasal ve sosyal sorumluluklarını edebi sorumluluklarından her zaman daha üstün gören klasik uslup şairlerine, İslam inkılabından onceki yıllarda İran şiirine egemen olan söylemi değiştirmek için bulumaz bir fırsat sunmuştur. Bu suskunluk, 1920’lerin siyasetzede ortamında İran şiirinin düşüşüne karşı gösterilen aşırı bir tepki sayılırdı. Gerçi aynı akımlar 60’lı yılların ortasında ve daha ciddi bir biçimde 70’li yıllarda, bu kez İslam inkılabı gibi büyük bir tecrübeyi yaşamak suretiyle çağdaş dünya alanına yeniden yönelmişlerdir.

Her ne kadar klasik kalıplara yeniden yönelmek, yeni şiirin yavaşlamasına sebep olmuşsa da diğer taraftan eski şiir kalıplarındaki bilinmeyen yanların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Aynı zamanda İran halkının şiirle yeniden barışmasına katkı sağlayarak, halkın şiirden tamamen kopmasını önlemiş veya en azından ertelemiştir. Bu kalıpların canlanması onlarda yeni buluşlar yaratma zeminini de hazırlamış, diğer yandan, klasik şiirde hala keşfedilmemiş yanların olduğunu ortaya koymuştur. Işte bu yeni buluşlar, İran Şiir Cumhuriyetinde klasik kalıplara yönelmekle, “dönüşüm” devrindeki irticai yönelmeyi birbiriyle karşılaştırmanın temelden yanlış olduğunu göstermektedir.

Burada şunu söylemek gerekir ki, yeni şiir alanında Nima’nın, klasik şiirle beyaz şiir arasında bir halka gibi olan düz şiiri, kopukluğu ertelemek açısından çok etkili olmuştur. Başka bir ifadeyle bu kalıp da klasik kalıplar gibi çok kullanışlı olarak kalmıştır.
“Tek el ses getirmez,
Düşman tek bir sesten korkmaz
Bu yaşlı kurt,
Sürüden ayrılmış kuzuyu yiyor,
Binlerce el ve ses bir olmalı,
Düşmanı meydandan atmak için,
Sabahın kıyısız gecesini etkisiz kılmak için,
Ve Doğudan güneş doğuncaya kadar,
Tek sesle birlikte
Binlerce el gerek“
Sirus Niru

“Biz hiçbir zaman,
Maskeninn arkasındaki şeyden korkmadık,
Hiçbir zaman
Maskenin arkasındaki hileden güvende olmadık,
Arkamızda tarih kadar bir maske var,
Tarih kadar bir maske var arkamızda”
Tahire Saffarzade

İran’da “şiir cumhuriyeti”nin oluşumu, devrimci toplumlardaki edebiyat alanında olduğu gibi, “tebliğ ve erteleme” aşamasıyla eşzamanlı olarak gerçekleşmiştir. Bu aşamada, şiirle muhatap arasındaki değişim ve iç içe olma (ki genelde tek taraflı ve şair veya edebi eserden muhataba, şeklinde gerçekleşmektedir), şiirin en işlevsel (en muptezel) görüntüsünü ortaya çıkarmaktadır.

Ülkücülük, mutlakçılık, sloganik ve yüzeysel şiir yazma hevesi, yeni ve gelişmiş tekniklere karşı duyarsızlık, yalın dil kullanımı ile yetinmek, ulusal ve dini sembolleri, şahsiyetleri ve mitolojileri, şiirlerin yapısı ve kullanılan dilin derinliğini dikkate almadan, tek boyutlu kullanmak sekliyle, ulusal ve dini inançları tam olarak kabullenmek, bu aşamanın açık göstergelerinden sayılır. Ayrıca asabilik, heyecan ve isyan (dönemin kabul edilmiş sanat ilkelerine karşı değil, aynı ilkeler çerçevesinde, siyasal ve sosyal olaylara karşı tutum belirleme yönünden), ve doğal olarak güncel koşulları dikkate almak, bu dönemin diğer özelliklerdendir.
“Yeni bir dalga
Geliyor
Kum fırtınası ile birlikte
Ey yarınların yolcuları
Aydın ve düz sokaklara kadar
Uzun bir mesafe var
Rüzgar
Çölün ipek türbanını kaldırdığı zaman
Tepelerin üzerinden
Uyanık gözlerin peşindedir. .
Ey dost
Açık gözle
Yola çıkmak gerek
Her ne kadar ki
Yeni bir dalga gelinceye kadar
Kum fırtınası ile birlikte“
Kazim Sadat Eşkeveri

Böyle dalgalı bir akımı yönlendirmek için, rivayet çok uygun bir yöntem olabilir. Şiirsel süslemelerle, siyasal ve sosyal olayları doğrudan, hiç bir şeyi eksik bırakmadan yansıtabilen yalın bir rivayet. Bu durumda şiir ve nesir, manzum olsun ya da olmasın, yan yana haraket edip, birbirlerinin sınırlarına da nüfuz ederler.
“Şehriverin 17’sinde gökle yeryüzü
Kaldırımda birbirine dolaşıyor,
Hışım, şevk dönemecinde dolaşıyor,
Uyanış tokmağı zulüm tılsımına vuruyor,
Kurtuluş ayağı yürümeğe başlıyordu,
Şehir kötülük haykırışından güvende değildi,
Gönül sabah uyanışına ümitlenmişti,
17 şehriver
Sokak sokak dolaşıyor,
Dalga damarı ve güneş
Sokak sokak
Saat saat
Meydana akıyordu”
Muhammed Muhtari

Bunlar, bir nevi taahhütlü edebiyatın başlangıç noktasındaki kolları sayılır, başka bir ifadeyle edebiyatta bir taahhüdün ortaya çıkmasını göstermektedir.

Popüler bir bakış açısından bakılacak olursa, bir sanat eserinin görevi, dış etkenleri (doğrudan) yansıtmaktan başka bir şey değildir. Öyle ki, çağdaş dünyanın, siyasal, sosyal ve kültürel durumunu yansıtarak, muhtemel aşırı veya aksak noktaların düğümünü açmasına yardımcı olmalıdır. Bu açıdan, bir sanatçı, devrimden önceki şiirin geniş bir bölümünde olduğu gibi, bir reformcu ve kurtarıcı sayılır (sayılmalıdır!). Zirveden bakarak, muhatabını hor görüp onu aşağılamatan bile çekinmez.

“... benim bir çok şiirim onların adınadır. Bir zamanlar benim en korkunç aşkım sayılan insanlar, beni nefretin kötü kokusuyla sarmışlar. Bir çavuşun, heveslerini gerçekleştirmesi için onları sıraya dizerek kendi ordusunu oluşturması kadar iyi sayılan insanlar. İnanç ve imanlarına tükürmeli, ne ümitleri kalmış ne de istekleri. Benim tek temennim, ölümden sonra cesedimin genel mezarlıkta gömülmemesidir. Bırakın en azından ölümden sonra, bu durumun kötülüklerinden uzak kalma konusundaki dileğim kabul edilsin. Nefret ettiğim bu insanlardan, zira onları çok seviyordum... Benim için her şey bitmiştir. Uzun zamandan beri halkı rahatsız etmek için şiir yazmakla meşgul oluyorum. Bu, onlardan alacağım tek intikamdır, intihar etmem için hiçbir neden yoktur. Çünkü seyrediyorum. Bu halka karşı hiçbir görev tanımıyorum.”
Ahmed Şamlu
Bundan daha hüzünlü bir itiraf olabilir mi?! Şiir cumhuriyeti dönemi sanatçısının tam tersine; çünkü, halkın içinden çıkmış, böyle bir bakış açısı o(la)maz. Dolayısıyla ya pervasız bir şekilde halkı över veya onları aşağılamak yerine kurnazca kendi küçüklüğünü şairane bir şekilde eleştiri yağmuruna tutar.
“o günlerde gönlümüz çiçeğe, yağmura alışmıştı
sıkı ornmanlar, baharların tekrarı,
bugün kafeste kaldık, yarın ne olacak bakalım,
uçuştan bahsederken, keşke bir zerre iman olsaydı kalbimde”
Homayun Alidosti

Bütün bunlara rağmen, sanatçıyı insanî, tarihî ve sosyal sorumluluğu olan bir insan olarak görürsek, onun kendi sanat alanıyla ilgili başka bir önemli sorumluluğu daha olduğunu unutmamak gerek, o da sanatın ve sanat eserlerinin kalkınmasına ve genişlemesine katkıda bulunmasıdır. Anlaşıldığı kadarı ile tebliğ ve erteleme döneminde, pek çok sanatçı, çevresinin etkisi altında kalarak, muhatap cezbedebilmek için kendi sanatsal sorumluluğunu unutarak sadece genel insanî sorumluluğunu göz önünde bulundurmaktadır. Bu durumda içerik o kadar zenginleştirilir ki biçimin yerini işgal eder ve teknik geri çekilir. Bu geri çekilme olayı bazen doğrudan bildiri şekliyle, genel muhatabın anlamakta zorluk çekmediği, yaygın ve hatta demode olmuş teknikleri kullanarak kendini gösterir.
“halkın nefesi
bulut olup yağıyordu
iyi, güzel, istek üzere
üniversitenin avlusuna
yumruklar yeşerirdi
biri kısa diğeri uzun
üniversitenin çimlerine
bildiri dağıtımı
güvercinlerin uçuşu gibiydi
hepisinin kanadında Şah’a ölüm
üniversitenin çimlerine
duvarın üzerindeki slogan : Şah’tan sonra sıra Amerika’da yazılıydı.”
Omran Selahî

Siyasal ve sosyal kıskaçlara mesaj gönderme ya da dünyaya yeni açılımlardan bakma açısından önemli bir yöntem olarak bilinen simgecilik, şimdi bu gereksinimler olmaksızın ve yalnız muhatabı etkilemek amacıyla, tanınmamış belki de kaçırılmış (İslam inkılabından sonra çok sayıdaki sembolik şiirde olduğu gibi) işaretleri kullanmak, bu alanda en yaygın tekniklerden sayılır. Bu açıdan (muhatapları cezbetmek ve yönlendirmek için sanatı, bir vesile sanmak) hızlı ilişki ve iletişim kurmak bir gereksinim degil midir? Bu yüzden sanatta yenilikçilik ilkesini dikkate almaksızın, yüzeysellikle yetinerek yeni formlar ve yapılarda bilinmeyen karmaşık teknikler sunmaktan kaçınmak gerekir..
“Gecenin saçlarına sabahın tozu kondu,
Perişan gece kuşu daldan uçtu,
Artık kölelikten kurtulduk ey dost,
Çağımızın halil’i putları kırdı artık”
Muhammedrıza Sohrabinejad
“Şakayık’ın yaşam öyküsü nedir ?
Seher vakti kanlı bayrak
Dudağında aşk nağmesi
Yaşamını aşk yoluna emanet etmiş
Rüzgara, her ne olursa olsun”
Muhammedrıza Şafii KADKANİ

Ancak bu tür şiirlerin tamamı devrimci şairler tarafından yazılmıyordu. Yeni düzeni kendi çıkarına aykırı gören nice şairler de aynı atmosferden etkilenerek benzer nitelikte şiirler yazdılar. Böylece giderek, bu tür şiirlere “devrim şiiri” denmeye başlandı (siparişçi şair, devlet şairi, gibi sıfatlarla nitelendirilseler de kendi inançlarına bağlı kalarak yollarına devam ettiler). Diğer şairlerin şiirine, devrimle ilgileri olsa bile böyle bir isim verilmedi. İlkelerini edebiyat dışı öğelerden kazanan ve hala itibarını koruyan bu tür isimlendirmeler, İran şiirine ciddi zararlar verdi. Çünkü her iki tarafı, sanat ilkelerine göre diyalog yapmaktan mahrum kıldı.

Şunu da belirtmek gerekir ki, geniş bir kitleyi muhatap bilen, düzenden yana olan nice şairler, özellikle savaş dönemindeki egemen olan tek boyutlu siyasetler yüzünden, giderek sosyal şiir alanından kenara çekildiler/konuldular. Yıllar sonra (90’lı yıllarda), kapalı şiir topluluklarında birbirleriyle karşılaştıklarında daha farklı biçimde eleştirilere maruz kaldılar.

* * *
İran şiir cumhuriyetinin sonuçlarından biri de aydın çevrelerden uzak kalmış genç zekaların ortaya çıkması oldu. Bu genç yeteneklerin bir kısmı daha sonra parlak simalar olarak ortaya çıkıp, devrim şiirinin biçim ve içeriğinde adil bir düzen sağlamaya çalıştılar. (“düşünce ve teknik şiiri”) Tekniğin ve düşüncenin egemen olduğu bir atmosferde ilkeler, tasvirciliğin arkasında saklı kalır.

Mutlakçılık, görsel ve eleştirel bakışın arkasında yok olur gider. Slogancılık ve yüzeysellik, dil incelikleri sayesinde solar. Dinsel ve ulusal semboller ve mitolojiler kullanılarak yeni şiir yapıları ve biçimleri ortaya çıkar. Sonuçta edebi eserin yüzeysel, mutlakçı ve aşırı ülkücü olmasına sebep olan heyecan, duygusallık ve asabilik gibi öğeler giderek etkisini kaybeder.
“Ey sesi bir akşam bu sokaklarda dolaşan adam
Dünya kadar bir pencere açıldı sesinden
Keşke Ebul-fadl gibi kafa ve kolumuzu
Sana kurban edebilseydik
Ezelden ebediyete kadar ey boğazı kesilen adam
Sesinin yankıları yükselip gidiyor”
Muhammedrıza Muhammedi NİKU

“Sen o yiğitsin ki
Bir gün fırat
Konuşturdu seni
Ve bir saat sonra
Polat gibi sağanak yağmurda
Kesilerek
İfşa oldun”
Seyyid Hasan Hüseyni

İç ve dış etkenler ve olayların hızlı gelişmesi sayesinde, şairin düşünsel yeteneğinden etkilenen sanatsal dünyası giderek gelişir. Vahiy kaynağı ve dini öğretilerden beslenen bu yetenek, bir tür estetik yaratarak devrim şiirinin anlamsız iddiasına kesin bir yanıt verir. Bu estetik, dini sembol araştırmaları üzerine kurulu olur ve şairin iç ve dış dünyasında meydana gelen her türlü olaya zemin hazırlar.
“dün akşam o kadar yakındın ki
pencere sevinçten tuz tadıyor
ve gülüşümü körüklüyordu
ve ben seninle meşgul oluyordum
söğüt dallarımda bir nilüfer bitti
ve pencereden dışarı gitti”
Selman Herati

Farsça şiirin devamı olan bu şiir, klasik şiir ilkelerine dayanarak, ancak modern ve çağdaş şiirin eleştirel tekniklerini kullanarak gelişmeyi düşünmektedir. Her ne kadar din gibi geniş bir öğeyi kabullenerek postmodern alana girme şansı kalmamıştır. Ancak onun tekniklerinden yararlanma şansına sahiptir. Klasik şiir formları ve bu formların yenileriyle karşılaştırılması ve çok seslilik gibi teknikler...
“her şeyi kendi yerine koyar
silaha bir şarjör
resimde yaptığımız pusuya bir silah
düşmanın bilmediği bir pusu
bir gece mayın alanında
okunuşu şuradan başlayan bir dua
sonraki asırda duyulacak bir kalp atışı”
Muhammed Rezmara

* * *
Yıllar sonra, çeşitli şiir akımlarının ortaya çıkışının, İran şiir cumhuriyetinde (aydın kesimle hiç bir ilgisi olmayan, ancak daha sonra bu kisveye bürünen !) genç ve yeni simaların, yeni fırsatların oluşması sonucunda gerçekleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Söylendiği gibi bu cumhuriyetin şairleri, topluma reform getirdikleri iddiasında bulunamazlardı. Bu yüzden şiir dilini, günümüzde şiirin asıl özelliklerinden sayılan samimiyet, şeffaflık ve ılımlılık gibi unsurlara yönlendirmişlerdir. Bu hareket, sonraki yıllarda şiire egemen olan aynî bakış açısını da gözden geçirme zeminini hazırlamıştır.
“lâle şarkısıyla dolu olan bu toprak
sizin haykırışınızın anı defteridir
dün gece tehlikeden söz olunca yine
ben aşk görüşünden yanaydım”
Vahid Emiri

“bir menekşeye gönülden baş sağlığı dileyelim
güvercinin yas törenine uğrayalım bir”
Kayser Eminpur
Ve hatta ondan önce ve sonra aydın çevrelerle oturup kalkan şairleri bile etkilemiş ve onların gönülden yazmasını sağlamıştır :
“bir bacağı olmayan adamın pantolunu kırışlanmış
bakışı ateş gibi kızgındır, seyreder gibi değil
Hamid kurtuldu, Huveyze kurtuldu
yazılar canlandı, cepheler haykırış oldu
cepheler gölgelerle, göz yaşıma oturdu
Hamid kurtuldu, Huveyze kurtuldu”
Simin Behbahani

Bu yüzden doğrudan İslam inkılabından etkilenerek yazılan şiirler, İran edebiyat tarihinin parlak eserlerine dönüşse de, Nima şiirinin zeminini hazırlayan meşrutiyet şiiri gibi sonraki yıllarda yazılan şiirlerin zeminini hazırlamış oldu.
* * *
İrak’ın İran’a karşı açtığı savaşla birlikte tebliğ ve erteleme aşaması uzun süren bir gecikmeye dönüştü. Bu gecikme, devrime karşı hareketler, tartışmalar, kavmiyetçilik çatışmaları ve Amerikan Büyükelçiliğinin (casusluk merkezi) işgali gibi olaylardan kaynaklanmaktaydı. Kutsal savunma edebiyatının, devrim edebiyatının ayrılmaz bir parçası haline gelmesinin asıl nedeni de işte bu gecikmedir. Başka bir ifadeyle savaş, devrimin kırmızı alarmının devamı anlamındaydı.

Savaş ve kutsal savunma şiiri her ne kadar edebi anlam ve konu açısından devrim şiirinde bir takım değişiklikler meydana getirdiyse de, devrim şiirinden bağımsız bir form ve teknikten yoksundu. Buna rağmen sonraki yıllarda, özellikle savaşın son yıllarında, İran’ın çağdaş şiiri açısından başarılı sayılabilen bir çok örnek ortaya koymayı başarmıştır.

* * *
“Tebliğ ve erteleme” aşamasını “tesbit ve akılcılık” aşamasına dönüştürme yolunda sayısız engel olduğu tespit edilmiştir. Gündelik siyasal ve sosyal krizlerden uzak bir atmosfer, tespit ve akılcılık aşamasının başlangıcı için gerekli olan ön zeminlerdendir. İster iç meselelerle ilgili isterse dış meselelerle ilgili hala böyle bir atmosfer olumuş değil. Dışarıdan sipariş edilen şiirler o kadar güçlüdür ki, bir çok şairi, şiirin formuna gereken dikkati göstermekten alıkoymaktadır.

Ayrıca ülkücülükten uzak durmak ve gerçekçi bir yaklaşım sergilemek hala bir çok kültür yetkilisinin hoşuna giden bir durum değildir. Diğer yandan, sanatçıların devlet gövdesinden, muhalif partilerden ve hatta muhalif olmayanlardan bile bağımsız olmaları, veya her olasılıkta düşüncenin asıl gövdesini oluşturamayan sanatçıların siyasette öncelik değiştirme isteği çeşitli nedenlerden dolayı tam anlamı ile gerçekleşmiş değil.

Devrimden yana sanat eserlerinin doğru veya yanlış bir şekilde üretim ve dağıtımını yapan kurumlar, genelde (en azından sanat alanında) sanatçının geniş bakışlı olmasına sıcak bakmazlar. Belki de bu yaklaşımın arkasında, sanatsal bir bakışın olmadığını düşünmek, art niyet aramaktan daha yararlı olur. Bu kurumların bir çoğunun siyasal veya askeri bir statüye sahip olduğunu düşünürsek, onların özel istekleri olduğunu görmezden gelemeyiz. Başka bir ifadeyle onların sanat dışı beklentileri olmadan destek vermeleri söz konusu ol(a)maz. Maalesef söz konusu kurumların sanat danışmanları da farklı beklentileri (!) doğrultusunda patronlarına uyarak, sanat elemanlarına dönüşmüşlerdir.

Denenmiş formlara/biçimlere gönül bağlamak ve onları yeniden kullanmak ister istemez demode olmuş kavramlar ve deyimlerin tekrar edilmesini beraberinde getirir. Sanat eserinin içeriğinin forma bağlı olmadığı açık bir meseledir. Ancak belli dönemlere özgü kavramların, taklitçi şairler tarafından kullanılması sanatsal atmosferi yapay bir şekilde değiştirmektedir.

* * *
Genel olarak İran İslam inkılabının şiire olan etkisi derin ancak çok hızlı ve ansızın olmuştur. Bu derinlik o kadar etkili olmuş ki, devrimden sonraki kısa bir zamanda çok önemli ve büyük eserler ortaya çıkmış ve çıkmaya da devam edecektir.

Bu yüzden devrim şiiri yazarına göre, şiir, konudan ziyade zamana bağlıdır. “şiir, çeşitli anlatımlar arasında, şairin, iç (yaşadığı toplum) ve dış (ruh) etkenlere karşı duygu ve heyecanlarını yansıtmak anlamında olursa, devrim şiiri, devrim sonucunda her şeyin değiştiği bir toplumda yaşayan bir şairin tüm duygu ve heyecanlarını yansıtmaktadır”.
[6] Dolayısıyla bu etkinin izlerini sadece konusuna göre devrim şiiri olarak nitelendirilen şiirlerde aramak yanlış olur. Başka bir ifadeyle, “şiirde konu” tartışmasından ayrı olarak, şiir ve şairleri, devrimci ve anti-devrimci olarak ikiye ayırmak temelden doğru bir yaklaşım değildir. Farklılık arzeden nokta, inkılaba olan bakış ve ondan etkilenmektir. Yoksa tüm şair ve şiir akımları, devrim ve devrimin getirdiklerinden etkilenmişlerdir.
“Ağzını koklarlar,
Sakın “seni seviyorum” demeyesin,
Kalbini koklarlar,
Garip bir zamandır sevgilim!
Ve aşkı yol direğinin kenarında
Kırbaçlıyorlar
Aşkı evin köşesinde saklamak gerek...”
Ahmed Şamlu


Ve yıllardır, sanat sosyolojisinin, eleştiri çevresi dışında, şiir çözümlemelerinde konuya göre değerlendirme yaparken bilimsel dikkatten yoksun olduğunu herkes kabul etmektedir.


[1] Erziş-I ehsasat – Nima Yuşiç- Gutenberg yayınları- Bahar 2535 – s. 36.
[2] Ahmedrıza Ahmedi önderliğinde ortaya çıkan “yeni dalga” şiiri, yenilik ve hâlis şiire ulaşma yöntemini iç içe anlam çağrışımından kaynaklanan, somut tasvirler yaratımı, form ve dilden eksiltme üzerine kurmuştur”. (sahtar-e şiir-i emruz- Mustafa Alipur- Ferdos yayınları- 1378- s. 101); Degarguni-ye negah – Kazem Kerimiyan – revan yayınları – 1397 – s. 127; Gozarehaye monfared – celde evvel , Ali Babaçahi, Narenc yayınları, 1377 – s. 201-202; Çeşm-e Morakkab – Muhammed Mohtari, Tus yayınları, 1378 – s. 51; Barrasi-ye ketab, dore-ye cedid, şomare-ye 4- şehriver 1350; Manuçehr Ateşi – der bareye şiir-i Aryapur, haftenameye Temaşa – şomareye 303- 14 isfend 1355.
[3] Çeşm-e mürekkep – Muhammed Muhtari – Tus yayınları – 1378 – s. 55
[4] Arabpa’da “cumhur” kelimesi bütün halk anlamına gelmektedir. Bu sözcük ilk olarak 18. yüzyılda, Osmanlı’lar tarafından devlet anlamında kullanılmış ve “cumhur devleti” icat edilmiştir. Bu sistem önce Osmanlı’nın komşularında, daha sonra Fransa cumhuriyetlerinde uygulanmış ve Latince’deki Respublica ve Yunanca’daki politeia kelimeleriyle eş anlama gelmiştir. Bunların her ikisi de Eflatun’un Medine-i Fadıla kapsamında ortaya koyduğu devlet sistemini açıklamaktadır… Bu sistemde hakimiyet (egemenlik) miras olarak değil demokrasiye daha yakındır. (Farhang-e Farhikhte – Vajeha ve estelahat-e siyasi ve hoghoghi – Dr. Şemsuddin Farhikhte – Entesharat-e Zarrin – 1377); Daneşnameye siysi – farhange estelahat ve mektebhaye siyasi – Daryuş Aşuri- Morvarid yayınları – 1381;
[5] Mahmud Sanjari – Faslname-ye Şiir- No. 34 – Zemestan 1382- s. 67.
[6] Saber Emami, faslname-ye şiir, no.34- zemestan-e 1382- s.67