28 Aralık 2007 Cuma

Genel Sekreterimiz Remzi Özmen'in "Abdullah Baştürk 5. İşçi Öyküleri Ödül Töreni"nde Yaptığı Konuşma

SAYGIDEĞER BAŞKANLARIM, SEVGİLİ EDEBİYATÇILAR / EDEBİYATSEVERLER, DEĞERLİ KONUKLARIMIZ HEPİNİZ HOŞGELDİNİZ.

SENDİKAL YAŞAMIN BÜYÜK LİDERLERİNDEN SAYIN ABDULLAH BAŞTÜRK ADINA, AİLESİ, DİSK / GENEL-İŞ SENDİKASI İLE BİRLİKTE DÜZENLEDİĞİMİZ "İŞÇİ ÖYKÜLERİ YARIŞMASI"NIN BEŞİNCİSİNİN ÖDÜL TÖRENİNDE SİZLERE SESLENMEKTEN, EDEBİYATÇILAR DERNEĞİ ADINA ONUR DUYUYORUM. BİRAZ DA HEYECANLIYIM...

ÖNCE BİR AÇIKLAMA YAPMAM GEREKİYOR. GENEL BAŞKANIMIZ GÖKHAN CENGİZHAN, 2008 ULUSLARARASI FRANKFURT KİTAP FUARI "KONUK ÜLKE TÜRKİYE" HAZIRLIKLARI NEDENİYLE FRANKFURT VE BERLİN'DE BİR DİZİ GÖRÜŞME YAPMAK ÜZERE ALMANYA'DA BULUNUYOR.

İŞTE BU NEDENLE, BU TÖRENDE DERNEĞİMİZİ TEMSİLEN BEN BURADAYIM. KENDİSİNİN SELAMLARINI İLETİYORUM.

SEVGİLİ DOSTLAR,


"ABDULLAH BAŞTÜRK İŞÇİ ÖYKÜLERİ YARIŞMASI"NDA OLDUĞU GİBİ, "KONULU" YARIŞMALARIN / ÇALIŞMALARIN, SANILDIĞI GİBİ YAZANI / YAZILANI SINIRLADIĞI KANISINDA DEĞİLİM. TERSİNE, KONULU ÇALIŞMANIN DİL BECERİSİNİ ORTAYA KOYMA, ANLATIYI DENETLEYEBİLME VE MERAMI ORTAYA KOYABİLME AÇILARINDAN YARARLI OLDUĞU KANISINDAYIM. SINIRLAR BAZEN İYİDİR...

EDEBİYATTA SINIR DAHA DA İYİDİR...

TIPKI, YARATICI YAZARLIK ÜZERİNE ÇALIŞMALARIYLA BİLİNEN ROLLO MAY'İN DEDİĞİ GİBİ "YARATICI EDİM İNSANI SINIRLAYAN ŞEYLE BİRLİKTE VE ONA KARŞI ORTAYA ÇIKAR."

YALNIZCA EDEBİYAT ALANINDA GEÇERLİ DEĞİL BU SÖZ... BİLİNÇLİ BİR YAŞAM, BİLİNÇLİ BİR SAVAŞIM EN BAŞTA SINIRLARI KAVRAMAYI / NETLEŞTİRMEYİ GEREKTİRİR. ÇÜNKÜ, MAY'İN DE DEDİĞİ GİBİ "BİLİNÇ OLANAKLAR VE SINIRLILIKLAR ARASINDAKİ DİYALEKTİK GERİLİMDEN DOĞUP GELEN BİR FARKINDALIKTIR. (...) HİÇ BİR SINIR OLMAMIŞ OLSAYDI, BİLİNÇ DE OLMAZDI."

FİZİKSEL SINIRLANIMLAR KAÇINILMAZ OLARAK KARŞIMIZDA DURUR. ÖLÜM BUNLARDAN EN BÜYÜĞÜ VE KAÇINILMAZ OLANIDIR. BUNU BİLİYORUZ. ANCAK, BİZİM İÇİN BURADA ÖNEMLİ OLAN, EVRİLİP ÇEVRİLDİĞİMİZ KÜLTÜRÜN, HER GÜN YÜZLEŞTİĞİMİZ TOPLUMSAL YAŞAMIN SINIRLARIDIR; BUGÜNE VE GELECEĞE İLİŞKİN DÜŞÜNCELERİMİZİ VE EYLEMLERİMİZİ, ÖYLE YA DA BÖYLE BELİRLEYEN SINIRLARDIR...

SAYGIDEĞER DOSTLAR,

GELECEĞİ YENİDEN DÜŞÜNMENİN VE DOLAYISIYLA YENİ BİR GELECEK KURMANIN HÂLÂ OLANAKLI OLDUĞUNA İNANANLARDANIM.

BİR OTELDE KAT TEMİZLİKÇİSİ OLARAK SSK'LI OLUŞUM VE İLK ŞİİRİMİN YAYIMLANMASI 28 YIL ÖNCESİNDEDİR. SENDİKAYLA DA O ZAMAN TANIŞTIM.

GÖRDÜĞÜNÜZ GİBİ DEĞİŞMEK O KADAR DA KOLAY DEĞİL!.. NEYSE...

GELECEĞİ YENİDEN KURMADAN SÖZ ETTİM, SANAT, ÖZELİNDE EDEBİYAT BU NOKTADA ÇOK ÖNEMLİ... ÇÜNKÜ, GEÇMİŞİMİZLE, BİZİ ÖRSELEYEN, ZAMAN ZAMAN ELİMİZİ KOLUMUZU VE DAHA ÖNEMLİSİ DİMAĞIMIZI BAĞLAYAN / BULANDIRAN GEÇMİŞİMİZLE HESAPLAŞMADAN; ESKİ DEYİMİYLE BİHAKKIN TÜKETMEDEN BIRAKIN GELECEĞİ KURMAYI, BUGÜNÜ BİLE ANLAYABİLECEĞİMİZİ SANMIYORUM. KABUL EDERSİNİZ Kİ, BİR YADSIMADAN, BİR YOKSAYMADAN SÖZ ETMİYORUM.


SÖZÜNÜ ETTİĞİM, İDEOLOJİK BİR TÜKETİMDİR. BİZE BU OLANAĞI, SANAT, ÖZELİNDE EDEBİYAT SAĞLAR. EDEBİYAT BU NOKTADA SINIRSIZ OLANAKLAR SUNAR.

AZ ÖNCE, SIKICI BİR ŞEYDEN, SINIRLARDAN SÖZ ETMİŞTİM. BAKIN, ŞİMDİ OLANAKLARDAN SÖZ EDİYORUM. EDEBİYATIN OLANAKLARINDAN...

EDEBİYAT EN BAŞTA, BİR ÖNERMEDİR; BÖYLE DE OLABİLİR DER EDEBİYAT...

TAM DA BURADA, BİR DEMİRYOLU MEMURUNUN ÇOCUĞU OLAN RAYMOND WILLIAMS"IN "İKİBİNE DOĞRU"SUNUN SON PARAGRAFINI SİZLERLE PAYLAŞMAK İSTİYORUM:


"GÜÇLER VE FIRSATLAR DENGESİ ANCAK PRATİK ALTERNATİFLER OLDUĞUNA DAİR ORTAK BİR İNANÇ VE KARARLILIK PAYLAŞILDIĞI ZAMAN DEĞİŞMEYE BAŞLAR. KAÇINILMAZ OLDUĞU DÜŞÜNÜLEN DURUMLARA KARŞI KOYULMAYA BAŞLANDIĞINDA ARTIK UMUT YOLCULUĞUMUZA ÇIKMAYA HAZIRLANABİLİRİZ. ÇÖZÜMLER PEK KOLAY OLMAYABİLİR, AMA HÂLÂ BULUNABİLECEK ZOR ÇÖZÜMLER DE VARDIR VE BİZİM DE OLUŞTURMAYI VE PAYLAŞMAYI ÖĞRENEBİLECEĞİMİZ ÇÖZÜMLER BUNLARDIR. UZUN DEVRİMİN TA BAŞINDAN BERİ ANLAMI İLE HAREKET NOKTASI İŞTE BUDUR."

NE DEMİŞTİ BÜYÜK USTA: "ŞAİRLİK ZOR ZANAAT BE KARDEŞİM."

BİZLERİ BURADA BULUŞTURAN HERKESE TEŞEKKÜR EDİYOR; ÖDÜL ALANLAR BAŞTA OLMAK ÜZERE TÜM KATILIMCILARI KUTLUYORUM.

GELECEK YILLARDA DA BİRLİKTE OLMAK DİLEĞİYLE, BENİ DİNLEME İNCELİĞİNİZ İÇİN SAYGILAR SUNUYORUM
.

19 Aralık 2007 Çarşamba

ABDÜLSELAM EL UCEYLİ ROMAN FESTİVALİNE KATILAN TÜRK YAZARLARIN BİLDİRİLERİ


TÜRK EDEBİYATININ BUGÜNÜ

Zeynep Aliye

Avrupa’da Ortaçağın kibar ve incelmiş sınıfı olan şövalye çevresi, eskiden yazılmış ya da yeni düzenlenmiş destanları, gezgin saz şairleri ağzından dinleyerek hikaye dinleme ihtiyaçlarını giderirlerken daha geniş halk ve burjuva tabakası arasında da birtakım manzum masallar, fabliyolar meraklıların hikaye dinleme ihtiyacına cevap veriyordu. Aynı işi Anadolu topraklarında da, gezgin hikaye anlatıcıları, saz şairleri, meddahlar köy köy, bölge bölge dolaşarak yapıyorlardı. Nazmın; şiirden, destandan hikayeye, hatta romana kol vurma macerasının izlediği güzergah işte budur.


Kimi ‘arkası yarın’larla geceler boyu süren anlatılar, adı ister ‘manzum hikaye, ister destan ister ağıt’ olsun her defasında ve her anlatanın yeni eklemeleri, yeni buluşlarıyla hatta farklı kurgularda ifadesini bulurdu. Bu bağlamda Hikaye, manzum ya da mensur olarak ama daima Türk edebiyatının ana türlerinden biri olagelmiştir.

Tanzimattan sonra Batı kültürünün ve edebiyatının gerek çeviriler, gerek telif eserler yoluyla büyük ölçüde varlığını hissettirdiği edebiyat dünyamızı anlayabilmek için bu eski geleneği bilmek zorundayız.
Hikayelerin ağırlıklı olarak Manzum ifade biçimi bulmasındaki temel neden, ezberlenme ve akılda tutulma kolaylığı kadar, düzyazı anlatıların, kirli alt düzey anlatım biçimi olduğuna ilişkin isabetsiz ve haksız yargılardır.Nitekim dünya edebiyat tarihinin gelişim sürecinde de şiir aynı biçimde bir lokomotif görevi yapmıştır.

Divan edebiyatının manzum hikayeleri, yine Divan edebiyatının mensur yani düz yazı hikayeleri, halk arasında yazılışından okunan hikayeler, ağızdan ağza aktarılan manzum ya da düz yazı hikayeler, destanlar, bir de zümrelerin kendi amaçlarına uygun şekle soktukları hikayeler.... Sonuç olarak söyleyebiliriz ki, Türk edebiyatı Tanzimat öncesinde, yüzyıllar süren bir hikaye geleneğine sahiptir. Ve bu hikayeler belirttiğimiz üzere, halk ağzında dilden dile yöreden yöreye ister istemez değişmiş, boyut değiştirmiş, derinlik kazanmış ve edebiyatımızdaki romanın da temelini oluşturmuştur. Bir başka deyişle, hikayelerin önce manzum olması gibi romanlar da ilk ifadelerini manzum örneklerde, destanlarda bulmuştur.

Tanzimat sonrasında bir dönem Fransız edebiyatı’nın yoğun baskısı altına giren edebiyatımızın varlığını bir kopya kimliği almadan koruyabilmesi, işte bu sağlam alt yapısıyla, bir geleneğiyle mümkün olmuştur. Nitekim Türk öykü ve romanı, ilk dalgalanmalar, çalkantılardan kendini kısa sürede kurtarıp, toparlamış hızlı bir yükselişe geçmiş, bu sürede Batı edebiyatının en yetkin örnekleriyle başa baş bir düzey yakalamıştır.
Tanzimat’tan, Servet-i Fünun’a Milli Edebiyat akımı’na, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı’na, Toplumcu Gerçekçi Edebiyat’a, Garip Akımı’na, II. Yeni hareketine alınan yol, hep edebiyatımızın çıtasını biraz daha yükseğe taşımak çabasıdır. 1960-70 dönemi savaşa sömürüye karşı, silahlanmaya karşı barıştan, emekten yana bir toplumsal yükselişe geçen edebiyat, 1980’li yıllarda ansızın kırılan bir dalga gibi yıkılıp kalmıştır.

Bu yıllar edebiyatımızın Duraklama Döneminin başlangıcıdır. Emperyalizmin küresel bir güç olarak, Neoliberalizmin ideolojik maskıyla, edebiyatta postmodernizm olarak öne çıktığı dönem. Bu döneme dek Türk edebiyatı sürekli kendini aşarak güçlü bir konuma erişmişken burada artık bir rücu, geri dönüş söz konusudur. Dünya artık 60’lı-70’li yılların emek sermaye çelişkisini hayatın temel çelişkisi olarak gören kitlelerin dünyası değildir. Sosyalizmin çok hızlı kan kaybıyla, dengeler bozulmuş, dünyadaki sermaye gücünü ele geçirmiş 200 ailenin zirvesine yerleştiği Tanrılar Dağı’ndan, tespihini ‘dinimiz ayrı ama Allahımız bir’ nidalarıyla çeken yeni bir cemaatçilik anlayışı buyruk olup inmiştir insanlığa: Tek kutuplu dünyadır bunun adı.

Dünyanın yeni sahibi 200 ailenin şefliğindeki sermaye piyasası ve onun Yeni Dünya Düzeni’dir. Yeni slogan, “Modernizm öldü Yaşasın Postmodernizm” olarak belirlenmiştir. Bütün dünyayı Pazar olarak, bütün insanları ‘Müşteri’ olarak gören ve bu anlayışı yerleştirmeye çalışan Uluslar arası, uluslaraşırı bir sermaye hareketi.
Küreselleşme ve onun yarattığı Postmodernizm, bireyselleşmeyi bireyciliğe indirgeyen bir yeni zihniyet oluşumunun, insanları yabancılaştırarak yalnızlaştıran bir kimliksizleştirme kampanyasının adıdır. En büyük düşmanıysa kendi yayılımı için engel olarak gördüğü uluslar, ulusal sermayeler, ulus devletlerdir..
Aynı yıllarda, Asya’yı, Orta ve Uzak doğu’yu işaret eden Amerikan patentli yeni bir tez dolanıma çıkartılmıştır. “Uygarlıklar Çatışması.”

“Türkiye’de roman hangi aşamadadır? Her iki türün geleceği nasıl olacaktır?” “Türk edebiyatının ulusal özellikleri nelerdir?” “Oluşmuş bir Türk romanından ve öyküsünden söz edilebilir mi?” Ulusal edebiyat yaklaşımıyla evrensel edebiyat fikri çatışır mı? Edebiyatta ulusallık faşist bir yaklaşım mıdır?” benzeri sorulara doğru düzgün yanıtların verilebilmesi bütün bu dinamiklerin görülmesi, mantığının çözülmesiyle mümkündür. Yoksa "Doğu mu Batı mu", "Eski mi Yeni mi", “Ulusal mı evrensel mi” kavram çatışkılarında takılıp kalabiliriz.

Aslında kendimizden çıkıp konuya dünya edebiyatı ölçeğinden bakmak doğruları bulmamızda yardımcı olur. Örneğin, soruyu tersine çevirip “Fransız edebiyatı, Rus edebiyatı, İngiliz edebiyatı, Alman edebiyatı sıralamasında Türk edebiyatı olmalı mıdır?” şeklinde sorabiliriz. Arkasından gelecek sorularsa, ‘Peki Evrensel edebiyata dahil edebileceğimiz her edebiyat aynı zamanda ulusal karakterler taşımalı mıdır? Türk edebiyatına özge sayabileceğimiz özellikler söz konusu mu? Türk edebiyatı denince hem evrensel hem ulusal özellikler taşıyan kaç yapıt ilk elde gelir aklımıza’ vb. . .

Rus edebiyatı denince ilk elde neden Dostoyevski ya da Tolstoy’dur zihnimizin aynasında canlanan isimler? Satır aralarından okura,, Rusya’nın steplerini, ıssız tundralarını, kayın ormanlarının kokusunu, rengini, çığlığını duyurdukları için mi? Ya 19. yüzyıl gerçekçi Fransız romancılığı, İngiliz edebiyatı? Dickens'den D.H.Lavrence'a, Virginia Woolf''a onlar değil midir Britanya adalarının sömürgen burjuva ruhunu tüm çıplaklığıyla gözümüzün önüne seren? Ya Faulkner, Hemingway? Hem kişiye özel olmayı, hem ulusal edebiyatın ortak sesini taşıyıp yansıtmayı hem de evrensel insanın çığlığını ulaştırmayı başarmamışlar mıdır?
Peki, günümüz Türk edebiyatı? Batı modelini hayli geç bir noktadan yakalamış da olsa, batı estetik düşüncesinin tarihi gelişimi Türk estetik düşüncesiyle bir paralellik göstermiyor olsa da, edebiyatımızda baştan beri izlenilen yolun, Batı poetikasıyla bir zıtlık, karşıtlık içermediği kesindir. Ve edebiyatımızda hemen her akım, her ekol, Batılılaşma hedefimizi gerçekleştirmeye yönelik kilometre taşlarından biri sayılabilir. Peki, gelinen noktada Türk romanının durumu nedir? Münferit birkaç örnek dışında evrensel bağlamda kabul gördüğü, en azından istenen atağı yaptığı söylenebilir mi?

Durup şunu sormamız gerekiyor sanırım: bunca çabaya karşın romanımızın en azından Batılı gözünde Batılılaşamayışının, bizim gözümüzde olgunlaşamayışının, içimize sinemeyişinin nedenleri ne olabilir?
İşe ciddi bir gözle baktığımızda durumun paradoksallığını yakalarız. Çünkü Batılılaşma bizde bir büyük model kaymasına dönüştürülmüştür. Sonuçta Batılılaşma yerine Batıcılaşma gerçekleşmiş, daha ileri deyişle, akıntıya kapılmışızdır.

Bu kendi kültürümüzü yok etme pahasına, tıpkı Anadolu’daki tohumu yok ederek İsrail’in, Hollanda’nın toprağımızı çürüten tohumunu kullanmaya kalkmamıza benzer bir durumdur. Ne yazık ki sonunda kendi tohumumuzu da toprağımızı da yitirmemize neden olan yanlış yönlenme sürecinin aynısı edebiyatta yıllardır kurgulanmaktadır. Bir başka deyişle, Tanzimat döneminde gerçekleştirilenden çok daha fazla, çok daha kapsamlı bir yabancılaşma söz konusudur bugün için. Yara bugün çok daha derindir.

Yazarın üretim süreci için asıl önemli olan, sanatçının varlığının kökünden kopup yükselen ve dışavurulmak için bilinci zorlayan duyusal-duygusal-düşünsel devinimken, bugün artık, ‘Ne kadar Batılılaşır, ne kadar Batıcılaşırsak o kadar iyi oluruz, o kadara başarılı oluruz’ mantığıyla hareket edilmektedir. Sanki yazarın asıl sorunu, anlatmak istediklerini anlatmayı ne denli başarabileceği; kendini en iyi biçimde ifade edebileceği endişesi değildir!?

Türk yazarı, yazını bir çifte açmazla karşı karşıyadır. Özellikle postmodernizmin dayatmasıyla, Toplumsal özellikler hesaba alınmadan, kültürel kökler dahil kopularak, bir entegrasyon süreci yaşanmaya kalkılmıştır. Fransız eleştirmeni Etiemble, Japonların, kökeni 11. yüzyıla giden “Genji hikayeleri” geleneğini anımsatarak “Avrupa merkezci bir yaklaşımın romandaki tüm sistemleştirmeleri yanlış duruma getirdiğini ileri sürmüştür. Muhakkak ki Osmanlı-Türk romanının gelişme çizgisinin de aynı şekilde Batıdakine uyması mümkün değildir. Önce, Orta Asya’dan bugüne tarihimize, kültürümüze, sosyopsikolojimize uygunluk esastır. Önce öykü-şiir geleneğimizi, Osmanlı toplumumun 19. yüzyılda geçirdiği sosyoekonomik evrimi ve bunun yarattığı örf ve adetlerdeki değişimi sağlıklı bir biçimde saptamamız gerekir.

Her ülkenin kendi koşulları, o koşullara uygun çözümleri vardır. Türkiye gibi birkaç çağı sosyoekonomik ve sosyopolitik yapılanmayı iç içelikler halinde yaşayan bir ülkede öyle ki bugün bazı bölgeleri konu edinen romanlar bile tarihi bir roman özelliği kazanabilir; öylesi bir çokrenklilik, devinim. İşte, yüzyıllar boyu bu topraklarda yeşerteceğimiz müzik de edebiyat da, resim de kendine has renkler taşımak durumundadır.
Ve elbette son yıllarda bütün piyasayı kaplayan popülist romanlardan söz etmek durumundayız. Çoğu romanlar sipariş üzerine hatta öncesinden dizi olarak tasarlanarak yazılmaya başlanmıştır. Çevirmen yazarlar telif eserlerde de aynı çeviri dili kullanmaktadırlar. Yabancı ülke edebiyatlarının etkili ağırlığı bütün yayınevlerinin kataloglarında, yayın programlarında, kitapçı tezgahlarında ve yapıtların kendisinde açıkça görülmektedir. Yeni dönem romanlarında yaratılan atmosfer yabancıdır; yaşanan olaylar, yaratılan ulusal kimlikten uzak karakterler; dahası metinlerdekiyle gerçek yaşamlar örtüşmemektedir. Toplumsal ruhtan iz yoktur. Bütün bunlar kadar önemli bir başka şey İngilizcenin egemenliğine girmiş Türkçe’de yaşanan kirlenme, yozlaşmadır...

Evrensel değerleri göz önünde tutmak, elbette zorunludur. Batı edebiyatını iyi tanımamakla içinde yüzdüğü okyanusun farkında olmayan balık durumuna düşeceğimiz de doğaldır. Ancak taklide düşmemek kaydıyla. Yoksa ne pamuk, ne karpuz ne tütün, hatta çay üretemez hale gelen topraklarda Türk edebiyatının ruhuna bir tava helva kavrulması yakındır.



Kadın ve Edebiyat!..

Meltem Arıkan

Toplum demek insanların yan yana gelmesi demek değildir. Toplum ortak bir kültürde, ortak bir tarihte, ortak sosyal bir paydada birleşmiş insanlardan oluşur. Aksi bir durum toplumu değil topluluğu yada sürüyü tanımlar.

Edebiyat toplumun bir üyesi olan yazar tarafından üretilirken elbette yazar içinde olduğu toplumun ortak paydalarını dikkate alarak ama sadece içinde olduğu toplumu değil dünyadaki diğer toplumları da dikkate alarak ve sadece içinde olduğu zamanı değil geçmiş ve gelecek zamanları da dikkate alarak eserini oluşturur.
Toplum bireylerden oluşur. Edebiyat da bireye ve bireyden yola çıkarak topluma yöneliktir. Edebiyat bireylerin beyinlerinde oluşturduğu animasyonla toplum içerisinde kadınlara ve erkeklere kendi varoluşlarını ve diğer kişilerin varoluşlarını algılatır.

Şiir, roman, hikaye veya deneme biçimlerinde üretilen edebi eserler bireyin kendi içine bakabilmesini, başkalarına bakabilmesini, başkaları üzerinden kendisine bakabilmesini kışkırtan, teşvik eden yazılı metinlerdir. Bu anlamda edebiyat hem bireyler için, hem bireylerin içinde olduğu toplum için, hem de bireylerin içinde olmadığı diğer toplumlar içindir.

Toplumsal değişimler için toplumsal yapıları eleştirmek edebiyatın ilgi alanı içindedir. Benim yaklaşımıma göre toplumsal yapıları değiştirebilmek için önce bireylerin değişime hazır olması, değişimi istemesi gerekmektedir. Toplumsal değişimler, bireysel değişimler olmadığı taktirde gerçekçi olmamaktadır. Başka bir deyişle yukardan zorlamayla toplumsal yapılardaki değişimler, o an için bireyler kabul etmiş görünse dahi temelde bireyler değişmediği için tekrar eski hale dönüş olasılığı bulunmaktadır. Geçen yüzyıldaki ideolojilerin en büyük zafiyeti sosyo-ekonomik yapıların değiştirilmesi sonucunda bireylerin de değişebileceği yanlışlığı ile ilgili zafiyeti içermesidir.

Bireylerin sosyo-psikolojik gelişimlerinin sağlanmasında edebiyat ve sanatın diğer dalları çok önemli görevler üstlenmektedirler. Toplum kadınlar ve erkeklerden cinsel tercih farklılıkları çerçevesinde oluşmaktadır. Toplumun temelindeki bireyleri sadece birey olarak tanımlamak da geçen yüzyıldaki ideolojilerin diğer önemli bir zafiyetidir. Bireyler yerine toplumu kadınlardan ve erkeklerden oluşmuş olarak algılamak ve algılanmasını sağlamak edebiyatın bu yüzyıldaki en önemli kavramsal yaklaşımı olacaktır. Bu bağlamda kadın ve erkek bireylerin önce kendi varoluşlarını sorgulamaları, sonra istedikleri yöne doğru varoluşlarını gerçekleştirebilmeleri için edebiyatın ve diğer sanat dallarının çok büyük bir fonksiyon sağlayacağını düşünmekteyim.

Kadın olsun erkek olsun yazar da sonuçta toplum içinde birey olarak varolmak zorundadır. Bu nedenle de üreteceği edebi eserin içinde kendi varoluşunu sorgulaması ve kendi varoluşundan yola çıkarak okurun beyninde animasyonlar üretebilmesi için okuyucuya varoluşunu sorgulatması, toplumun giydirdiği kimliklerden sıyrılmasını sağlamak için kışkırtması, farkındalık yaratması ve başka insanlar için empati duymasını sağlayabilmesi gerekmektedir. Edebi eser, bazen bir şiir olarak tek mısrada, bazen bir hikayenin satırlarında, bazen de bir romanın kurgusu içerisinde okuru yakalar. Okuyucu kimi zaman gündelik hayatın içinde yakalanır, kimi zaman da okuduklarından gündelik hayatının dışına çıkarak bir yolculuğa sürüklenir. Okuyan kişi eseri bitirdiğinde aklında tek bir cümle kalsa bile artık o cümleden yola çıkarak etrafına tekrar bakma cesaretini gösterebilir. İşte edebiyatın sihri buradadır.

Yazmak bir anlamda yazarın kendini soymasıdır. Soyunabilmek ise hem büyük bir cesaret hem de büyük bir sorumluluktur. Toplum ise kat kat giyinmek ihtiyacındadır, çıplaklıktan korkar çünkü çıplaklık aynı zamanda şeffaflık demektir.

Çıplaksanız maskeler takamazsınız oysa toplumun maskelere ihtiyacı vardır. Bireyin varolabilmesi içinse maskelerden sıyrılması ve soyunması şarttır. O nedenle de edebiyat, bireylerin kat kat giysilerini altında, aslında ne kadar kendine yabancı olduklarını algılamaları için onları huzursuz etme yöntemini de kullanabilmelidir. Çünkü asıl önemli olan düşündüğünü söylemek özgürlüğünün olması değil, bize dayatılan düşüncelerin ötesinde düşünebilme cesaretini gösterebilmektir.

Tüm bu söylediklerimin gerçekleştirilmesi içinse öncelikle kadınların kadın olarak var olabilmesi gerekmektedir. Çünkü yaşamın temeli dişidir ve erkekler değişime uğramış dişilerdir. Değişim ancak kadınların değişmesi ile mümkün olabilecektir. O nedenle de ben ilk romanımdan itibaren hep kadının varoluş yolculuğu üzerine yazıyorum. Çünkü ben hep bir kadınım ve romanlarımı kendi varoluş yolculuğumdan yola çıkarak yazıyorum, aynı zamanda dünyayı değiştirmek istiyorum.

Kadın olarak varoluş sürecinde olduğumu hissettiğimde kadınsallık sorunsalının genelde kadın-erkek varoluşundan bağımsız olmadığını fark ettim ve bu çerçevede kendi arayışımı simgeleyen birinci romanım olan “Ve… Veya… Belki…”yi yazdım.

Daha sonra çevremdeki kadınlarla konuşarak onların yaşayışlarında da benzer bir sorunun olup olmadığını anlamaya çalıştım ve gördüm ki kadınların çoğunluğu kendi bedensel farkındalıklarının dışında kalarak kendilerini daha çok erkekler üzerinden tanımlıyorlar ikinci romanım “Evet… Ama… Sanki…” bu tezi irdeliyordu.

Ulaşabildiğim çeşitli bilimsel araştırmaları anlamaya çalışırken doğanın kimliğinin temelinde dişinin asal olduğunu öğrendim. Bu bilimsel gerçeklik ortada iken bunun toplum tarafından bilinmemesi veya algılanmaması beni dehşete sürükledi. Binlerce yıllık erkek egemenliği altında sürdürülen toplumsallaşma ve yönetim çabalarının değiştirilebilmesi ve devrimsel nitelikte bir dönüşüme ulaşılabilmesi için erkek egemenliğindeki din ve ideoloji formatlarının dışına çıkılması ve önce kadının özgürleştirilerek kadın üzerinden erkeklerin özgürleştirilmesi gerektiğine inandım. Toplumu değiştirmek için toplum mühendisliklerinin yetersiz kaldıklarını, gerçek radikal değişikliklerin ancak kadın üzerinden olabileceğini kabul ederek bu konuya giriş kitabı olarak “Kadın Bedenini Soyarsa”yı yazdım.

Kadınların varoluşlarını sağlayabilmek için önce, doğumlarından sonra sosyalleşme ortamlarında edindikleri travmalarından kurtulmaları gerektiğinin ancak bu travmatik korkulardan kurtulabilirlerse kadınların genetik altyapılarına uygun olarak varoluş sürecine girebileceklerinin farkındalığına vardım. işte dördüncü kitabım “Yeter Tenimi Acıtmayın” kendi kurgusu içinde kadınların travmalarından kurtulabilmeleriyle ilgili bir süreci aktarmaktadır.

Kadınların var olabilmeleri için erkeklerin, erkeklerin var olabilmesi için kadınların var olmasının gerekliliğinden yola çıkarak kadın-erkek ilişkisinde varoluşlara gerçekten dokunabilen tek ilişki biçiminin aşk olduğundan yola çıkarak farklı toplumsal kesitlerden çıkmış bir kadın ve bir erkeğin aşk yolculuklarını beşinci kitabım olan “Zaten Yoksunuz”da sergiledim.

Kadınların var olmak için mücadele etmeleri ve var olabilmeleri benim için umuttur. Ancak kadınların var olmasını istemeyen ve onları daha kolay yönetmek isteyen erkek egemen toplum kadınları sahte umutlara yönlendirerek onları mutsuz hayatlara mahkum etmektedir. O nedenle de bu tür umutlar benim için ve var olmak isteyen tüm kadınlar için Lanettir. Var olmak gibi bir derdiniz varsa soyunmanız şarttır. Geçmişinizden, inançlarınızdan, kandırmacalarınızdan, sahteliklerinizden, egonuzdan soyunmak, bir anlamda kendinizi tüm çıplaklığınızla kabul etmek demektir. Kendinizi çırılçıplak kabul etmeden ve kendi sorumluluğunuzu almadan var olamazsınız bu nedenle de var oluş yolculuğunun her adımı aslında kişinin kendisiyle hesaplaşmasını kaçınılmaz kılar. Bu hesaplaşma sizin cinsel kimliğinize yüklenilen anlamlardan soyunmayı da şart koşar ve mış gibi yaşamak yerine gerçekten olmayı tanımlar. Hiçbir sorumluluk almadan; suçlamanın, yargılamanın ve kendine acımanın çemberinde yaşamak ve yaşayabilmek için de inançlara, korkulara, baskılara ve inançlara ihtiyaç duymak. Oysa gerçek, inanmayı bıraktığınızda yok olmayandır. “Umut Lanettir” bu anlamda var olabilmek adına bir başkaldırı romanıdır.

Baş kaldırışın temel adımı da bize öğretilen kavramları tekrar tekrar sorgulamaktan, topluma, ailemize, inançlarımıza rağmen kendimizi kendimizde tekrar var etmekten geçer. Eğer bunu yapabilirseniz; kadınların ve erkeklerin doğal cinsel kimlikleri içerisinde birbirlerinin farklılıklarını kabul ederek bu farklılıkların zenginliğini, uyumunu ve keyfini de tüm gerçekliği ile yaşamalarının da aslında mümkün olduğunu anlatır “Umut Lanettir”.

İdeolojilere baktığınız zaman göreceksiniz ki tamamı erkekler tarafından erkek egemen toplum düzeninin sürmesi için geliştirilmiştir. Bunun sonucunda da kadınlar erkeklerin belirlediği oyunda kendilerinden istenen kadar bir rolü üstlenmek zorunda bırakılmışlardır. Ancak bu yüzyılla birlikte kadınlar eskiden olduğu gibi siyasette ve toplumsal yaşamın tüm kesitlerinde konu mankeni olmaya itiraz ediyorlar. Kadın olmak ve var olmak istiyorlar. Erkeklerin literatürü ile konuşmaktan, erkek gibi yaparak başarılı olmaya çalışmaktan usandılar. O nedenle de ben kendi adıma şunu söyleyebilirim. Kendi varoluş serüvenimden yola çıkarak, kadınları ve erkekleri izleyerek ve dinleyerek yazıyorum. Yaşayarak yazıyorum ve yazmaya da devam edeceğim.


Tanrıçanın Kılıcı ve Roman

Fatih Atila

Saygı ve sevgiyle hepinizi selamlıyorum.

Konuşmama bir alıntıyla başlamak istiyorum.

“Bir hizmetçi tarafından baştan çıkarılıp kendisinden bir çocuk peydahlandığı için yoksul ailesinin Amerika’ya yolladığı on altı yaşındaki Karl Rosmann, yavaşlamış gemiyle Newyork limanına girerken, çok önceden fark ettiği Özgürlük Tanrıçasını, bu kez ansızın güçlenen güneş ışığı altında gördü. Tanrıça’nın kılıç tutan kolu adeta hemen o anda yukarılara doğru uzanıyor, vücudunun çevresinde özgür rüzgarlar estiriyordu.”

Alıntı, Franz Kafka’nın ‘Kayıp’ diğer adıyla ‘Amerika’ romanının ilk paragrafı. Kafka neden Özgürlük heykelini Tanrıça, elindeki meşaleyi kılıca dönüştürmüştü? Ayrıca neden çevresinde estirdiği özgürlük rüzgarlarından söz etmişti? Neden romanın hemen başında böyle bir girişe gereksinim duymuştu? Buna tekrar döneceğim.

“Güneşin altında söylenmemiş söz yoktur” deyişini biliriz. Sadece bazı sözleri tekrarlamak istiyorum.

Metin ya da cümle, ruhun sürekli kendi kendisiyle konuşmasıdır.
Ne felsefede ne de sanatta ilerleme vardır. İkisinde de başka bir şey söz konusudur, o da iletişimi, katılımı sağlamaktır…

Edebiyat bir tekrardan ibarettir. Bu dünyaya ait bütün hikayeler İncil’de, Kasideler’in kıssalarında, Kur’an’da, Binbir Gece Masallarında, Homeros’un eserlerinde ve diğer yazılı metinlerde yer almıştır…
O halde neden sadece tarihle yetinmeyip öyküler yazmalıyız?
Yazılmalıdırlar, çünkü insanlığın geleceği için hikaye geleneğinin ölmemesi, sona ermemesi gerekmektedir.” Kim öykülerin üretilmediği bir dünya da yaşamak ister?

Edebiyatın görevi ve önemi anlatı geleneğini sürdürmekte yatmaktadır. Çünkü hayatın güçlükleri ancak anlatılarak aşılabilir, can sıkıntısı ancak anlatılarla yenilebilir.

Sizlere ticarette iflas etmiş bir dostumdan dinlediğim hikayesini anlatayım.
Müflis dostum acı içinde kıvranıp borçlularından kaçarken nihayet bir alacaklısına yakalanır. Karşılıklı oturup birbirlerini süzmektedirler. Dostum dürüsttür ama borçludur. Karşısındaki ise onu geçmişten tanımakta dürüstlüğünü bilmekte ancak borç senetlerini kasasında tutmanın rahatlığıyla haklı olarak bir ödeme takvimi istemektedir. Borçlu dostum alacaklının gözlerine gözlerini diker, çaresizdir ve hüzünlü kırık sesiyle bir türkü tutturur;

“Bu gün bana dokunmayın,
Benim benden haberim yok,
Tutmuyor elim ayağım,
Benim benden haberim yok.
Harmanımı yeller aldı,
Bostanımı seller aldı,
Bir yar sevdim eller aldı,
Benim benden haberim yok.”

Alacaklı kalkar biraz ilerde bulunan kasayı açar, borç senetlerini çıkarır ve kendisine verir, yırtmasını söyler. Sözün ve şu veya bu şekilde öykü anlatmanın gücü budur.

Roman’a gelince en klasik tanımın “Modern zamanların anlatım biçimi “olduğunu biliyoruz. En kusursuz edebi tür olarak öyküyü gören Edgar Allan Poe roman için “Akıl almaz bir tür” demişti.
Çünkü, romanın lirizmi şiiri, öğreticiliği tarihi, metafizik sorunları tartışma ve algılatma derinliği felsefeyi, insan ruhunun derinliklerine inişi psikolojiyi, toplumsal sezgisi sosyologları, kurgusu matematikçileri kıskandırır…

“Otium sine litteris mors est; Edebiyatsız geçen zaman öldürücüdür”. İnsanın insana hikaye anlatışının en son keşfi, hayatımıza yön veren roman türü, sonsuz olanaklarıyla özgür, estetik mükemmelliğe en yakın yazı formuydu.
Bu anlamda, Max Nordau’nun “Parisli kadınları Fransız romanı yaratmıştır” ya da bizden Halid Ziya’nın söylediği gibi “Hiç şüphe yok, hayat romanları değil romanlar hayatı yapıyor!” sözleri gerçeği ifade etmektedir.

Bu nedenle Balzac bilinmeden sanayileşen kapitalistleşen Paris, Dickens bilinmeden yoksulların üzerinde yükselen Britanya İmparatorluğunun Londra’sı bilinebilir mi?

Gogol ve Turgenyev bilinmeden ataerkil Çarlık Rusya’sının çözülüşü anlaşılabilir mi?

Solohov okunmadan Rus devrimi öğrenilebilir mi? Marguez bilinmeden bu günün ayağa kalkan Latin Amerikasını çözümleyebilir miyiz? Conrad okunmadan Afrika köle ticaretinin, sömürgeciliğinin ‘Karanlık Yüreği‘ algılanabilir mi? Don Kişot okunmadan ortaçağın ölümünü hayal edebilir miydik? Baktığı her kır manzarasını ekilebilir pamuk tarlaları, karşılaştığı her yerliyi köle olarak gören Robinson Cruseo okunmadan kolonyalizm anlaşılabilir miydi?

Başa dönersek, Osmanlıların Mısır Valisi Said Paşa tarafından Fransızlara sipariş edilen Özgürlük Heykeli ‘Doğu’nun ışığını’ simgeleyecek ve bu ışığın Mısırdan batıya doğru yayıldığının ifadesi olarak Süveyş kanalının girişine yerleştirilecekti.

Alegori ustası semitist ve ateist (Lucas’ın yalancısıyım) Kafka’nın Özgürlük Heykelinin bu hikayesini bilmemesi düşünülemez. Ancak bu imgeyle ilgili önsezileri artık ona elinde kılıç tutan ve bütün dünyada sözüm ona ‘özgürlük rüzgarları’ estirecek bir tanrıçaya işaret ediyordu.

Kafkaya göre “Alegorinin söylemek istediği tek şey, anlaşılmaz olanın anlaşılmaz olduğuydu.”
1911 de yazmaya başladığı ilk romanın ilk paragrafına bu yüzden böyle başlamıştı. Bir yüzyılda bu coğrafyada bunun artık fazlasıyla anlaşılabildiğini varsayabiliriz.

Tanrı elinde kılıç özgürlük taşıyıcısı tanrıçadan bizi korusun.

Hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyor, iyi çalışmalar diliyorum.

SURİYE ETKİNLİĞİMİZ

Suriye’nin Rakka kentinde, 11-14 Kasım 2007 tarihlerinde düzenlenen, “3. Abdulselam El Uceyli Roman Festivali”ne, 6 kişilik bir heyetle katılan Edebiyatçılar Derneği heyeti yurda döndü.

Genel Başkan Gökhan Cengizhan, Osman Şahin, Meltem Arıkan, Fatih Atila, Zeynep Aliye ve Bereket Kar’dan oluşan heyet üyeleri, adı geçen etkinlikte, 14 Kasım 2007 Çarşamba günü, “Türk Romanı” üzerine düzenlenen bir oturumda bildirileriyle yer aldılar.

Daha önceden Arapça’ya çevrilen bildirilerini sunan Türk romancılar, yoğun bir ilgiyle ve merakla karşılandılar. Çok sayıda soruyla karşılaşan romancılarımız, Arap yazarları ve okurları, edebiyatımız üzerine içtenlikle bilgilendirdiler. Türk yazarların bildirileri, 2008 yılında yayımlanacak etkinlik kitabında da yer alacak.

Etkinlik sonrasında, başkent Şam’a geçen heyet, 15 kasım 2007 Perşembe günü, saat 14.00’te, Kültürden Sorumlu Devlet Başkanı Yardımcısı Necah El Attar tarafından kabul edildi.

Bayan Necah El Attar’ın resmi konutunda yapılan ziyaret, son derece olumlu ve yapıcı bir ortamda gerçekleşti. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın iki yardımcısından biri olan Necah El Atar, 1975-2000 yılları arasında, 26 yıl, Kültür Bakanlığı görevinde bulundu. Şu anda, Suriye rejiminin en etkili isimlerinden biri olan Necah El Atar, Türk heyetiyle yaptığı görüşmede, şu görüşlerini belirtti:

“Abdulselam El Uceyli gibi büyük bir yazarımızın adına yapılan etkinliğe, Türkiye’den gelerek katılmanızdan dolayı onurlandık, çok mutlu olduk. Bizler, iki komşu ülke edebiyatçılarının yakınlaşmalarına, birlikte hareket etmelerine büyük önem veriyoruz. Uzun yıllar boyunca, aynı coğrafyada, aynı tarihi paylaştık. Dedelerimiz bu mirası bizlere devretti. Bu bağlarımızı ve diğer onur duyduğumuz insani değerlerimizi, bugün de benimsiyoruz. Diğer yandan, bizleri daha da yakınlaştıran karşılıklı komşuluk ilişkilerimiz bulunuyor. İçinde bulunduğumuz bu zor günlerde, ortak bağlarımız daha da önem kazandı. Tarih dediğimiz süreç gelir geçer, ama çocuklarımıza, bizleri birleştiren değerlerimizi miras bırakmamız gerekiyor. Bunlara ek olarak, aile evliliklerimiz, kan bağlarımız var. Bütün bunlar, bizleri birleştirici etkenlerdir. Demek ki, karşılıklı ilişkileri kurmak için gerekli zemin hazır durumda. Sizler, edebiyatçılar olarak, bu ilişkileri sürdürmek ve geliştirmek zorundasınız. Karşılıklı paylaştığımız insani değerleri savunmak adına işbirliği içinde olmalısınız. Ben, burada, fikir cephesinin öneminden söz açmış oluyorum. Kalem, hayatın yüzünü değiştirebilme gücüne sahiptir. Kalem, yaratıcıları eliyle bu değişimi sağlar. Bu nedenle, kalemi ve yaratıcılarını her fırsatta onurlandırmamız gerekir. Komşumuz Türkiye’den öğreneceğimiz çok şey var. Bunu sağlayacak olan da sizlersiniz. Ben, varolan ilişkilerin bu şekilde kalmasını değil, daha da geliştirilmesini arzu ediyorum. Her iki ülke yazar örgütlerinin, Arap Yazarlar Birliği ile Türkiye Edebiyatçılar Derneği’nin, karşılıklı ilişkilerini geliştirmeleri adına, gereken her şeyi üstlenmeye hazırız. Bugün bulunulan düzeyde kalmak için hiçbir gerekçemiz yoktur. Bütün samimiyetimle, iki ülke edebiyatçılarının bir araya gelmelerinden ötürü duyduğum mutluluğu sizlerle paylaşmak istedim. Son yıllarda, karşılıklı ilişkilerimiz, eskisinden çok daha güçlü bir duruma geldi. Sizler, bu ilişkiyi, daha ileri aşamalara taşıyabilirsiniz. Çünkü, sizleri yabancı olarak görmüyoruz. Bütün bu belirttiklerimi, kalıcı birer projeye çevirerek nasıl sürdürebiliriz, artık bunun değerlendirmesini yapmalıyız.”

Edebiyatçılar Derneği heyeti, Necah El Attar’ın kabulünden sonra, aynı gün, saat 18.00’de, Arap Yazarlar Birliği’ni ziyaret etti. Birlik başkanı Prof. Dr. Hüseyin Cuma tarafından kabul edilen heyetimizle görüşmeye, Arap Yazarlar Birliği’nin genel yönetim kurulu üyeleri ve komisyon başkanları da katıldı. İki yazar örgütü arasında, 24-04-2004 tarihinde, ilk kez Halep’te imzalanan kültürel antlaşmanın yenilendiği bu toplantı, oldukça anlamlıydı. Söz konusu kültürel antlaşma, 2008-2010 yıllarını kapsayacak bir biçimde, iki yazar örgütünün başkanları tarafından karşılıklı imzalanarak, üç yıl daha uzatıldı.

Toplantı bitiminde, Arap Yazarlar Birliği Başkanı Prof. Dr. Hüseyin Cuma’nın, Genel Başkanımız Gökhan Cengizhan’a verdiği plakette şunlar yazıyordu: “Suriye ve Türkiye halkları arasındaki kültürel ve edebi dostluğa saygıyla.”

Suriye devlet televizyonu, aynı gün akşam haberlerinde, Necah El Attar’la görüşmeye özel bir bölüm ayırdı. Rakka’da ve Şam’da, çok sayıda gazete ve dergi, heyetimizle görüştü.

Edebiyatçılar Derneği heyeti, Şam’da, Suriye Kültür Bakanlığı tarafından, üç gün süreyle misafir edildi.

Genel Başkanımız Gökhan Cengizhan, Suriye gezisi çerçevesinde, yeni üyelerimizi ve daha önce ulaşamadığımız dostlarımızı da göz önünde bulundurarak, (önceki aylarda kamuoyuna da duyurulan) aşağıdaki görüşlerini, bir kez daha yinelemek gereği duydu:

“2004 yılı başında, Edebiyatçılar Derneği olarak, ‘komşu edebiyatlarla buluşma’ adını verdiğimiz bir perspektif geliştirdik. Ve kendimize bir yol haritası belirledik. Yolumuzda, öncelikle bir ülke vardı; Suriye.. Son iki yılda, oluşturduğumuz heyetler içinde, 8 kez Suriye’ye gitme olanağım oldu.


Komşularımızda barış tehlikede; dahası komşularımız emperyalist işgal ve tehdit altında: Irak, Filistin, Lübnan, Suriye, İran.. Böylesi bir süreçte yapılması gereken, halklar arasındaki kardeşlik ilişkilerini güçlendirmek olmalıdır. Çünkü, halkların, birbirleriyle doğrudan hiçbir sorunları yoktur, olmamıştır da.. Halkların kültürel temsilcileri; aydınlar, yazarlar, edebiyatçılar olarak, siyasilerin birkaç adım önlerine geçmek, hatta gündemi belirlemek, inisyatifi ele almak gerekir. Son iki yılda, bu zemini büyük ölçüde oluşturduk.

Çok uzun zamandır, komşu halklar olarak birbirimizden uzaktık, daha doğrusu uzak bırakılmıştık. Yeniden birbirimize yüzümüzü dönmenin, el sıkışmanın, kucaklaşmanın zamanıdır. Yapılacak şey oldukça yalın: komşu olduğumuz bilmek ve komşuluğun gereklerini yerine getirmek.. Başlangıç için bu kadarı yeterli.

Ne yazık ki Türkiyeli edebiyatçılarda bir tür şartlı refleks gelişmiş durumda.. Büyük bir çoğunluğun yüzü, bütünüyle Batı’ya dönük.. Oysa, bir yüzümüz Batı’ya dönükken, diğer yüzümüz, daha da güçlü bir biçimde Doğu’ya dönük olmalı. Bir ayağı, belki ayak baş parmağı Avrupa’da, bir ayağı, hatta kocaman gövdesi Asya’da olan Türkiye, öncelikle komşularına yaklaşmalı.

Biliyorsunuz, Avrupa Birliği argümanlarında, Türkiye, ‘feodal Avrupa’ olarak anılıyor. Hatta, AB jargonuyla aktarırsak, ‘Avrupa’nın yetimi’.. Kuşkusuz, bizler, AB kapılarında kendimizi öksüz, yetim olarak hissedemeyecek kadar onurlu bir halkız. Yeter ki, başka seçeneklerimizin de olduğunu bilelim; örneğin, bir Avrasya, bir Ortadoğu seçeneklerimizin olduğunu..

Aynı ortak tarihi, aynı ortak geçmişi paylaşan, daha doğru bir deyimle, ortak bir mirasa sahip olan halkların kültürel temsilcileri olarak, yeniden ve nasıl bir araya gelebiliriz? Yıllar boyunca kopuk olan ilişkilerimizi, yeniden ve nasıl kurabiliriz? İnanıyoruz ki, edebiyatçılar, halkları birbirlerine yaklaştırmak için öncü roller üstlenebilirler. Emperyalistlerin politikalarını bozacak olan öncelikli stratejilerden biri de, halkların kültürel temsilcilerinin işbirliği olabilir.

İşte, bu temelden yola çıkıyoruz.

Yüzyıllar boyunca kader birliği yapan Anadolu, Mezopotamya, Ortadoğu halkları, artık barış içinde yaşamalılar. Bu coğrafyadaki komşu kültürlerle kurmaya çalıştığımız diyalogun ve yapacağımız ortak çalışmaların, tek bir anlamı var: merkezi Batı olan, ‘tek yönlü’ bir entelektüel yönelişi tersine çevirmek.

Bu perspektifle, komşu edebiyatçılar, ‘aracısız’ bir biçimde, bölgesel, yerel düzlemlerde sıklıkla buluşmalı, aralarında kalıcı, uzun erimli bir kültürel köprü oluşturmalılar.

Edebiyatçılar Derneği ile Suriye ve Filistin yazar örgütleri arasında bağıtlanan kültürel antlaşmalar, Türkiye halklarıyla Arap halkları arasındaki ikili ilişkilerin sürdürülme zorunluluğuna yanıt verme, halklar arasındaki tarihsel bağları daha da derinleştirme, Filistin halkının haklı davasını uluslararası alanda, barışa ve adalete hizmet edecek biçimde savunma, gibi öğeleri içeriyor.

Diyebilirim ki, düz, çıplak siyasal argümanların ötesinde, ülkeler arasındaki reel politik yakınlaşmaların üzerinde bir düzeyde gelişiyor, kurduğumuz ilişkiler.. Ve hiç kuşku yok ki, Suriye ve Filistin yazar örgütleriyle bağıtlanan bu kültürel antlaşmalar, bölge edebiyatları açısından, ucu açık, ufku açık bir gelecek vaat ediyor.

Edebiyatçılar Derneği olarak, bu önemli çabada, Türkiyeli yazarların en etkin, en atak örgütü olmayı başardığımızı, rahatlıkla belirtebilirim.

Ortadoğulu meslektaşlarımızla, sorunlu komşuluk ilişkilerimizin çözümüne edebiyatçılar olarak nasıl katkı sağlayabiliriz, bunları tartışıyoruz. Daha da önemlisi, ulusal kültürlerimizde yer alan, çarpıtılmış, bozulmuş, Türk/Arap, Türk/Acem imgelerini nasıl düzeltebiliriz, bunlara kafa yoruyoruz.

Ülkelerimiz arasındaki siyasal yakınlaşmaların verimli bir fırsat ve şans olduğu da açıktır. Ancak aydınlar ve yazarlar olarak bir adım öne geçmeliyiz. Türkiyeli entelektüeller, ister Batı’ya, ister Doğu’ya yönelik yaklaşımlarda, siyasilerin devre dışı bıraktığı her türlü seçeneği, kendi alanlarında değerlendirebilmeli, gerekirse öncü tavır ve pratikler geliştirebilmeliler, diye düşünüyoruz. Sonuçta, bizler edebiyatçılar olarak birbirimize yakınlaşacağız, bizler yakınlaştığında, halklar birbirine yakınlaşacak, halklar yakınlaştığında, aramızda “sınır” diye bir şey kalmayacak; kağıt üzerindeki sınırları yırtıp atacağız!

Ortadoğu edebiyatlarında güçlü bir “direniş edebiyatı” geleneği var. Ne yazık ki Türkiyeli okurlar ve yazarlar olarak, bu geleneği yeterince tanımıyoruz. Oysa, anti emperyalist çizgisi belirleyici ve baskın olan bir ülkenin aydınları/yazarları olarak, komşu halkların, komşu kültürlerin, komşu edebiyatların direniş gelenekleriyle türlü biçimlerde buluşmak gerekiyor.

Emperyalizmin, halkları birbirine düşman etme, birbirine kırdırma politikasına karşı, halkların kültürel temsilcileri olan aydınlar/yazarlar arasında kurulacak işbirliği biçimleri önem taşıyor. İşte, komşu ülkelerdeki meslektaşlarımızla üç yıldan bu yana süren ve gelişerek sürecek olan ilişkilerimiz, bu sağlam temelde, bu özenli zeminde yürüyor.

Edebiyatçılar Derneği olarak, tarihsel ve toplumsal bir sorumlulukla, insani ve vicdani bir yükümlülükle tavır alıyoruz. 2004 yılı Nisan ayından bu yana “komşu edebiyatlarla buluşma” adını verdiğimiz ve bu başlıkla inşa etmeye çalıştığımız perspektifimizi, süreç içinde elde ettiğimiz ve elde edeceğimiz kazanımlarımızı, aynı düşünceleri, aynı arayışları, aynı kaygıları olan kurumlarla, yapılarla, kadrolarla paylaşmaya da hazırız.”


ARAP YAZARLAR BİRLİĞİ İLE İMZALADIĞIMIZ KÜLTÜR ANTLAŞMASI

ARAP YAZARLAR BİRLİĞİ İLE EDEBİYATÇILAR DERNEĞİ'NİN
2008-2010 YILLARINI KAPSAYAN KÜLTÜR ANTLAŞMASI

Taraflar kendi halklarına karşı taşıdıkları sorumluluktan hareketle, Türk ve Arap halkları arasında, geçmişten bu yana var olan kültürel ilişkileri geliştirmek ve sağlamlaştırmak, iki halkın kültürünü, sanatını, edebiyatını karşılıklı olarak tanımak ve tanıtmak amacıyla, aşağıdaki konularda anlaşmışlardır.


Madde 1- Taraflar, uluslararası toplantılarda (kongre, konferans vb.) insani değerlere, adalete ve barışa hizmet edecek düşünceleri yaymak için tüm güçlerini kullanarak ortak çaba sarf edeceklerdir.

Madde 2- Taraflar, kendi adlarına yayınladıkları dergilerden beşer (5) adedi, kendi adlarına bastıkları kitaplardan ikişer (2) adedi, karşılıklı olarak birbirlerine göndereceklerdir. Ayrıca, taraflar arasında, bilgi alışverişi için gerekli ortam yaratılacak, düzenli bilgi ve belge değiş tokuşu sağlanacaktır. Her iki taraf da, ülkelerin ilgili yasaları çerçevesinde, birbirlerinin edebiyatını kendi ülkesinde tanıtmaya çalışacaktır.

Madde 3- Taraflar, her yıl birbirlerine en az bir heyet göndereceklerdir. On günlüğüne, 2 ya da 3 kişiden oluşacak bu heyet, kültürel etkinliklere (seminer, panel, buluşma vb.) katılmak amacıyla diğer taraf ülkeye konuk olacaktır. Yol giderleri gönderen tarafa, konaklanma ve ağırlanma giderleri ile iç ulaşım karşılayan tarafa ait olacaktır.

Madde 4- Taraflar, kendi dergilerinde, diğer ülkenin edebiyatı hakkında hazırladıkları çeviri dosyaları yayımlayacaklardır.

Madde 5- Her iki taraf, üyelerinin özel ziyaretleri durumunda, karşı tarafın üyesine elinden gelen tüm kolaylığı gösterecektir. Üyelere, bağlı bulundukları kurumdan aldıkları kimlik ya da görev belgelerini ibraz etmeleri koşuluyla, maddi yardım hariç, her türlü kolaylık sağlanacaktır.

Madde 6- Bu antlaşmanın süresi üç yıldır. Bir taraf, diğer taraftan antlaşmanın iptalini ya da değişikliğini talep etmedikçe, kendiliğinden yenilenmiş olacaktır.

Yer; 15.11.2007, Şam /Suriye

Dr. Hüseyin Cuma
Arap Yazarlar Birliği Başkanı

Gökhan Cengizhan
Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı