27 Eylül 2007 Perşembe

ANAYASA TARTIŞMALARI

devlet” için değil, “yurttaş” için anayasa!

Gökhan Cengizhan
Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı

İktidar partisi AKP tarafından “belli” akademisyenlere hazırlatılan yeni anayasa taslağının, 12 Eylül cuntasının, temel hak ve özgürlüklerle ilgili alanda koyduğu bütün sınırlamaları aynen koruduğu anlaşılıyor. Tek ayrıcalık, din ve vicdan özgürlüğünde!

Ülkemizde, AB’ye uyum sürecinde, 2001 yılından bu yana, birtakım anayasa değişiklikleri yapıldı. Ancak, nedense, bu değişiklikler, Anayasa’daki “bazı” maddelerle sınırlı tutuldu, tümünde varolan antidemokratik anlayış, olduğu gibi korundu.

Düşünce ve ifade özgürlüğü, basın ve yayın özgürlüğü gibi temel özgürlük alanlarında çıkarılan ya da çıkartılacak “düzenlemeler”, yani bu özgürlüklerin nasıl kullanılacağına ilişkin “düzenlemeler”, siyasal iktidarın çıkardığı ya da çıkartacağı yasalara bırakılıyor. Amaç, yurttaşa adeta kaşıkla verilen özgürlüklere şöyle ya da böyle (milli güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak gerekçe gösterilerek) sınırlama getirmek…

T. C. devletinin bütün Anayasalarında, özgürlükler tek tek tanımlanıyor, fakat bu özgürlüklerin kullanımı, yasalarla düzenleniyor. Siyasal iktidar için “yasa”nın anlamı, en temel özgürlüklerin kullanımına sürekli yeni sınırlamalar, yeni kısıtlamalar, yeni yasaklar getirmekten ibaret…

Ne yazık ki, 2007 Türkiye’sinde, “düşünceye suç” sürüyor! Düşünce ve ifade özgürlüğü, köklü bir biçimde Anayasal güvenceye bağlanmak yerine, en fazla yasalarla “öteleniyor”. Türk Ceza Yasası, Sıkıyönetim Yasası, Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kuruluş Yasası, Terörle Mücadele Yasası, Siyasi Partiler Yasası, Basın Yasası, Dernekler Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, YÖK Yasası, ve benzeri pek çok yasada (bir kısmı dönemsel olarak yürürlükten kaldırılmış olsa da, yeniden kolayca yürürlüğe sokulabiliyor) düşünceyi ve ifadeyi açıklama özgürlüğünü türlü gerekçelerle kısıtlayan ya da yasaklayan yüzlerce madde bulunuyor.

Örnekse, yakın bir tarihte, “düşünce suçluluları” şartlı salıverildiler, ancak bu yasadan yararlananların, gelecekteki düşünce açıklamaları da, böylece ceza tehdidi altına alındı. Üyelerimizden, Turhan Feyizoğlu’nun durumu, buna örnek oluşturuyor.

Ülkemizde, Anayasa değişiklikleri, özgürlükleri “sözde” geliştirmek adına yapılıyor. Ancak, bu değişikliklerin bir anlam kazanabilmesi, ilgili ve ilişkili yasalarda özgürlükleri geliştirici düzenlemelerin yapılmasına bağlı… Ne var ki, öngörülen yasal düzenlemeler bir türlü gerçekleştirilmiyor. Ülkemizde, yarım yüzyıldan bu yana, özgür düşünceye izin yok!

Anayasa’da, yani “kitap”ta, temel hak ve özgürlüklerle ilgili bölüm başlıkları genelde şöyledir: Temel hak ve hürriyetlerin “sınırlandırılması”, temel hak ve hürriyetlerin “kötüye kullanılması”, temel hak ve hürriyetlerin “kullanılmasının durdurulması”… Kitapta, basınla ilgili bölümde, “basın hürdür, sansür edilemez” der! İki tümce altta, yaklaşık 30 kadar tümceyle de, basının nasıl yasaklanacağı madde madde özetlenir! Dünden bugüne çıkartılan bütün Anayasalarda ve ilgili yasalarda, temel belirleyici sözcük “ancak”tır! Özgürlükler, önce birer birer tanımlanır, sonra “ancak”lı bölümde, birer birer kısıtlanır!

Ayrıca, yasalardan, herkes eşit ölçüde yararlanamaz: diyelim yasa, “dernekler politikayla uğraşamaz” der. Ne var ki, Edebiyatçılar Derneği de, TÜSİAD da, aynı yasayla, dernekler yasasıyla kurulmuş olmalarına karşın, portonlar kulübü TÜSİAD politika yapar, Edebiyatçılar Derneği yapamaz. Yaparsa, görün başına neler gelir!?

Örgütlenme özgürlüğü de, bu anayasal rejimden nasibini fazlasıyla almıştır. Günümüzde, kültürel ve sanatsal ortam içinde etkinlik gösteren yapıların karşılaştığı en önemli sorun, doğrudan “örgütlenme” sorunudur. Anayasalarda ve bağlı yasalarda, sivil/demokratik örgütler, temelde “potansiyel” suç odakları olarak değerlendiriliyor. Yönetici sınıf, oldum olası, bu örgütlerin etkinliklerini kolaylaştırmayı değil, tam tersine zorlaştırmayı görev biliyor. Temel kaygı şu: yurttaşın sivil/demokratik örgütlenmesi karşısında, “devlet”in düzenini korumak! Oysa çok açık: “devlet”in anlı şanlı örgütlülüğü karşısında, “yurttaş”ın sivil/demokratik örgütlülüğünün güçlendirilmesi gerekiyor.

Diyelim, dernek olarak bir etkinlik düzenliyorsunuz; “uygulama” büyük kentlerde farklı, taşrada farklı! Ankara’da ya da İstanbul’da, ya da İzmir’de düzenlediğiniz bir etkinlik için, mülki idareden izin almanıza gerek yok; eğer etkinliği taşrada, diyelim Antakya’da düzenliyorsanız, sizden katılımcıların bütün kimlik bilgileri istenebiliyor. Temel yaklaşım çok basit: etkinliği potansiyel suç hareketi, katılımcıları potansiyel suçlu olarak görmek!

Diyelim, düzenlediğiniz etkinlikle ilgili bir afiş hazırlıyorsunuz; bu afişi, bulunduğunuz kentin herhangi bir duvarına “kendiliğinden” asmaya kalksanız, “izinsiz gösteri” suçuyla 18 ay ceza almanız mümkün! Tersi durumda, bir klasör dolusu evrakla, mülki idareye başvurmanız zorunlu! “Asarım ve bir şey olmaz” diyorsanız, unutmayın burası Türkiye!

İsterseniz, bir fıkrayla açıklık getireyim: kapısında “giriş ücretsizdir” yazan diskotek önünde gençler kuyruğa girmişler, eğlence bedava ya, bu olanaktan gönüllerince yararlanacaklar. Eğlence bitiyor ve gençler diskotekten çıkmaya koyulurken, kapıdaki görevli adam başı 50 ytl talep ediyor. Gençler, “nasıl olur” diyorlar, “giriş ücretsizdi”, görevli pişkince yanıt veriyor, “iyi de çıkış ücretsizdir” demedik ki!

İşte, Anayasalarda ve yasalardaki “ancak”lar bu anlama geliyor.

Ülkemizde, düşünce ve ifade özgürlüğü, yanı sıra örgütlenme özgürlüğü, bu özgürlüklerin nasıl kullanılacağına ilişkin sayısız yasal düzenlemeyle adeta cendereye alınmıştır. Oysa sorun, özgürlüklerin nasıl kullanılacağı değil, bu özgürlüklerin kullanılmasını sınırlayan, kısıtlayan, yasaklayan engellerin nasıl ortadan kaldırılacağı sorunudur.

Devlet ve yurttaş, iki ayrı perspektiften bakıyor, soruna. Örneğin, dernek kurmak hakkı, kişi topluluklarına özgü en temel hak ve özgürlüklerden biridir. Ancak, bu hak, dönemler boyunca, çıkartılan onlarca yasayla katmerli bir biçimde yasaklarla donatıldı. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde, Dernekler Yasası, derneğin amacına ve kurucularına ilişkin sayısız yasayla gitgide ağırlaştırıldı.

1972 yılındaki dernekler yasasının gerekçeleri şöyledir: “dernek sayısının gittikçe artması, bu gidişle toplum hayatı için çok denebilecek bir ölçüye çıkma istidadı göstermektedir (.) devletin dernekleri etkin bir şekilde kontrol etmesi imkan ve yetkilerini vermemektedir (.) derneklere alınacak üyeler için aranan şartlar, kanunda açıkça belirtilmediği için, derneklere gelişigüzel üye alınmaktadır, devletin idari ve mali kontrolü, bugünkü cemiyetler kanunu çerçevesinde çok etkisizdir, devlet idaresini son derece uğraştırıcı niteliktedir (.) 1961 Anayasasının getirdiği geniş hürriyet havası içinde dernekler asıl amaçlarını gizlemek suretiyle kurulmaktadır.”

1982 Anayasasında ve bu yasaya göre çıkartılan 2908 sayılı Dernekler Kanunu’nda, devlet artık kendi örgütlülüğü dışındaki bütün yurttaş örgütlenmelerine, hep kuşkuyla yaklaşacaktır. Her türlü örgütlenme özgürlüğünün karşısına, “kamu düzeni” adına sayısız gerekçe konulacaktır.

Özet olarak örgütlenme özgürlüğü, devlet açısından başlı başına bir tehlikedir! Bu zihniyetin, yıllar içinde köklü bir değişiklik gösterdiği söylenemez. 2001 yılından bu yana, Anayasanın bazı maddelerinde, bugün gündemde olan yeni anayasa taslağında yapılan ya da yapılması öngörülen değişiklikler, -AB’ye uyum sürecinde yasallaştırılan görece değişiklikler dahil- temelde aynı yasakçı zihniyeti sürdürüyor.

Belki trajikomik olan gerçek şu: varolan Anayasada yapılan kısmi değişiklikler de, Avrupa birliği katılım ortaklığı belgesi’nde T. C. devletinin üstlendiği zorunluluklar nedeniyle hayata geçirildi: gönülsüzce!

Demek ki, esas olarak “devlet”in, “yurttaş”ını özgürleştirme ve onun örgütlenmelerini demokratikleştirme niyeti, kendi başına bir “amaç” değil, deyim yerindeyse “katlanmak” durumunda olduğu başka bir süreçle bire bir bağlantılı..

Düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan bütün hükümler, Anayasa ve yasalardan çıkartılmadan, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki bütün engeller ortadan kaldırılmadan; düşünce, ifade ve örgütlenme üzerine özgürce söz söyleyebilme, bu söze uygun zeminler yaratabilme olanağı, ne yazık ki ortada yok!

Yazar örgütleri, diğer sivil/demokratik örgütlenmelerle birlikte, böyle bir zemini var etmek adına, her türlü çabayı üstlenmeliler, kuşkusuz. Yaşanılan tarihe müdahale de bunu gerektiriyor.

Tüm üyelerimize iyi çalışmalar dilerim.

Dayanışma duygularımızla…




ANAYASA YENİLEME SÜRECİ ÜZERİNE…(*)

Remzi Özmen
Edebiyatçılar Derneği Genel Sekreteri

"Pratik kafalı bir adamın çocuk bahçesini fabrika ilkelerine göre,
ya da fabrikayı çocuk bahçesi ilkelerine göre yönetmesi düşünülemez;
böylece, düşünceler dünyasında da bilginler
yöntemleri yanlış uygulamaktan kaçınmalıdırlar."
Arnold Toynbee


Yeni bir anayasa "çalışmalarının" gündeme iyice yerleştiği görülüyor. Çoğunluk olası metnin içeriğiyle uğraşıyor. Oysa sorun "anayasanın anlamında"; anlam ne yaptığımızla değil nasıl yaptığımızla değerlenir. Neyse... Sonucun ne olacağı aslında belli(!) bunu biliyoruz; ancak bu ülkede "olmaz olmaz", bunu da biliyoruz. Burada, olası sonuçları, kurgusal sorunlar olarak ele alıp bu olası sonuçların sonucu ortaya çıkabilecek sorunlar üzerinden sorular soracağız. Biraz karışık oldu; olsun, süreç daha da karışık çünkü!..

OLGU: Her seçimden sonra olduğu gibi, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra da dile getirilen "halkın tercihine saygı gösterme" isteği, nedense 1982 Anayasası için yapılan halkoylaması(!) sonuçları için istenmez. Çünkü gerekçe hazırdır ve doğrudur: O halkoylaması olağanüstü koşullar altında yapıldı.
Soru 1: "Olağanüstü koşullar" yalnızca askeri yönetim dönemlerinde mi olur?
Soru 2: "Sıfır noktası"nda bir seçim ya da halkoylaması hangi ülkede ve ne zaman yapılmıştır? Bu olası mıdır?
Soru 3: "Halkın tercihi"nin bu denli hızlı ve ters yönde değiştiği başka bir ülke var mıdır?
Soru 4: Sosyoloji, piskoloji, sosyal piskoloji vb. bilim dalları ne işe yarar?

KURGU 1: Halkoylamasına gidilmesi durumunda, "talep üzerine" hazırlıkları yapılan ve çalışmalar sonunda ortaya çıkan taslak; o sırada iktidarda bulunan partinin milletvekillerinin oylarıyla kabul edildi diyelim.
Soru 1: Halkoylamasında sonuç "Hayır" çıkarsa ne olacaktır?
Soru 2: Halkoylamasında sonuç, kılpayı "Evet" çıkarsa ne olacaktır?
Soru 3: Halkoylamasında sonuç, o sırada iktidarda bulunan partinin son seçimde aldığı oydan daha -hele önemli bir oranda- fazla çıkarsa -ki çıkabilir- ne olacaktır?

KURGU 2: Halkoylamasına gidilmesi durumunda, "talep üzerine" hazırlıkları yapılan ve çalışmalar sonunda ortaya çıkan taslak; TBMM'de büyük çoğunlukla ya da oybirliğiyle kabul edildi diyelim.
Soru 1: Halkoylamasında sonuç, "Hayır" çıkarsa ne olacaktır?
Soru 2: Halkoylamasında sonuç, kılpayı "Evet" ya da "Hayır" çıkarsa ne olacaktır?
Soru 3: Halkoylamasında sonuç, düşük bir oranla "Evet" çıkarsa ne olacaktır?

KURGU 3: "Talep üzerine" hazırlıkları yapılan ve çalışmalar sonunda ortaya çıkan taslak; ister o sırada iktidarda bulunan partinin milletvekillerinin ister TBMM'deki tüm milletvekillerinin ya da bazı partilerin milletvekillerinin isterse iktidar partisinin ve diğer partilerin milletvekillerinin bazılarının katılımıyla, halkoylamasına gidilerek ya da gidilmeyerek "kabul" edildi diyelim.

Soru: Partilerin durup dururken(!) bölündüğü; birdenbire kurulan bir partinin iktidara gelebildiği; bir partinin bir seçimde, bir önceki seçimde aldığı oydan, beklenmedik oranda az ya da çok oy alabildiği bir ülkede -ki dünyanın demokratik(!) hiçbir ülkesinde bu durumların örneği yoktur-;
A) O sırada iktidarda bulunan parti bir anda bölünürse -yakın geçmişimizde(!) örneği vardır- ne olacaktır?
B) Olağanüstü koşullar sonucu bir erken seçime gitmek durumunda kalınır ve o sırada iktidarda bulunan parti -ülkemizde daha önce yaşandığı gibi-, seçimde beklenmedik oranda oy yitirirse ne olacaktır?

SORUN: Ülkemizde, partilerin durup dururken(!) bölünmesini; birdenbire kurulan bir partinin iktidara gelebilmesini; bir partinin bir seçimde, bir önceki seçimde aldığı oydan, beklenmedik oranda az ya da çok oy alabilmesini -ki dünyanın demokratik(!) hiçbir ülkesinde bu durumların örneği yoktur- göz önüne alalım.

Soru: "Birkez yaşanan daha sonra da yaşanabilir" diyorsak ve bu durumu yaşadıysak aşağıdakilerden hangisi/hangileri kurgumuza yanıt olabilir?
A) Anayasayı birkez toptan değiştirmekle bir şey olmaz.
B) Yeni bir parti, yeni bir Meclis, yeni bir anayasa; neden olmasın?
C) 1961 Anayasası "bol"du; 1982 Anayasası "dar"dı. Hele bir giyelim bakalım.
D) Anayasa yapma işi teknik(!) bir iştir; biz anlamayız.
E) Hepsi ya da hiçbiri.


(*) Bu yazı, "Terazi Aylık Hukuk Dergisi"nin 14. sayısında (Ekim 2007) yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok: