19 Aralık 2007 Çarşamba

ABDÜLSELAM EL UCEYLİ ROMAN FESTİVALİNE KATILAN TÜRK YAZARLARIN BİLDİRİLERİ


TÜRK EDEBİYATININ BUGÜNÜ

Zeynep Aliye

Avrupa’da Ortaçağın kibar ve incelmiş sınıfı olan şövalye çevresi, eskiden yazılmış ya da yeni düzenlenmiş destanları, gezgin saz şairleri ağzından dinleyerek hikaye dinleme ihtiyaçlarını giderirlerken daha geniş halk ve burjuva tabakası arasında da birtakım manzum masallar, fabliyolar meraklıların hikaye dinleme ihtiyacına cevap veriyordu. Aynı işi Anadolu topraklarında da, gezgin hikaye anlatıcıları, saz şairleri, meddahlar köy köy, bölge bölge dolaşarak yapıyorlardı. Nazmın; şiirden, destandan hikayeye, hatta romana kol vurma macerasının izlediği güzergah işte budur.


Kimi ‘arkası yarın’larla geceler boyu süren anlatılar, adı ister ‘manzum hikaye, ister destan ister ağıt’ olsun her defasında ve her anlatanın yeni eklemeleri, yeni buluşlarıyla hatta farklı kurgularda ifadesini bulurdu. Bu bağlamda Hikaye, manzum ya da mensur olarak ama daima Türk edebiyatının ana türlerinden biri olagelmiştir.

Tanzimattan sonra Batı kültürünün ve edebiyatının gerek çeviriler, gerek telif eserler yoluyla büyük ölçüde varlığını hissettirdiği edebiyat dünyamızı anlayabilmek için bu eski geleneği bilmek zorundayız.
Hikayelerin ağırlıklı olarak Manzum ifade biçimi bulmasındaki temel neden, ezberlenme ve akılda tutulma kolaylığı kadar, düzyazı anlatıların, kirli alt düzey anlatım biçimi olduğuna ilişkin isabetsiz ve haksız yargılardır.Nitekim dünya edebiyat tarihinin gelişim sürecinde de şiir aynı biçimde bir lokomotif görevi yapmıştır.

Divan edebiyatının manzum hikayeleri, yine Divan edebiyatının mensur yani düz yazı hikayeleri, halk arasında yazılışından okunan hikayeler, ağızdan ağza aktarılan manzum ya da düz yazı hikayeler, destanlar, bir de zümrelerin kendi amaçlarına uygun şekle soktukları hikayeler.... Sonuç olarak söyleyebiliriz ki, Türk edebiyatı Tanzimat öncesinde, yüzyıllar süren bir hikaye geleneğine sahiptir. Ve bu hikayeler belirttiğimiz üzere, halk ağzında dilden dile yöreden yöreye ister istemez değişmiş, boyut değiştirmiş, derinlik kazanmış ve edebiyatımızdaki romanın da temelini oluşturmuştur. Bir başka deyişle, hikayelerin önce manzum olması gibi romanlar da ilk ifadelerini manzum örneklerde, destanlarda bulmuştur.

Tanzimat sonrasında bir dönem Fransız edebiyatı’nın yoğun baskısı altına giren edebiyatımızın varlığını bir kopya kimliği almadan koruyabilmesi, işte bu sağlam alt yapısıyla, bir geleneğiyle mümkün olmuştur. Nitekim Türk öykü ve romanı, ilk dalgalanmalar, çalkantılardan kendini kısa sürede kurtarıp, toparlamış hızlı bir yükselişe geçmiş, bu sürede Batı edebiyatının en yetkin örnekleriyle başa baş bir düzey yakalamıştır.
Tanzimat’tan, Servet-i Fünun’a Milli Edebiyat akımı’na, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı’na, Toplumcu Gerçekçi Edebiyat’a, Garip Akımı’na, II. Yeni hareketine alınan yol, hep edebiyatımızın çıtasını biraz daha yükseğe taşımak çabasıdır. 1960-70 dönemi savaşa sömürüye karşı, silahlanmaya karşı barıştan, emekten yana bir toplumsal yükselişe geçen edebiyat, 1980’li yıllarda ansızın kırılan bir dalga gibi yıkılıp kalmıştır.

Bu yıllar edebiyatımızın Duraklama Döneminin başlangıcıdır. Emperyalizmin küresel bir güç olarak, Neoliberalizmin ideolojik maskıyla, edebiyatta postmodernizm olarak öne çıktığı dönem. Bu döneme dek Türk edebiyatı sürekli kendini aşarak güçlü bir konuma erişmişken burada artık bir rücu, geri dönüş söz konusudur. Dünya artık 60’lı-70’li yılların emek sermaye çelişkisini hayatın temel çelişkisi olarak gören kitlelerin dünyası değildir. Sosyalizmin çok hızlı kan kaybıyla, dengeler bozulmuş, dünyadaki sermaye gücünü ele geçirmiş 200 ailenin zirvesine yerleştiği Tanrılar Dağı’ndan, tespihini ‘dinimiz ayrı ama Allahımız bir’ nidalarıyla çeken yeni bir cemaatçilik anlayışı buyruk olup inmiştir insanlığa: Tek kutuplu dünyadır bunun adı.

Dünyanın yeni sahibi 200 ailenin şefliğindeki sermaye piyasası ve onun Yeni Dünya Düzeni’dir. Yeni slogan, “Modernizm öldü Yaşasın Postmodernizm” olarak belirlenmiştir. Bütün dünyayı Pazar olarak, bütün insanları ‘Müşteri’ olarak gören ve bu anlayışı yerleştirmeye çalışan Uluslar arası, uluslaraşırı bir sermaye hareketi.
Küreselleşme ve onun yarattığı Postmodernizm, bireyselleşmeyi bireyciliğe indirgeyen bir yeni zihniyet oluşumunun, insanları yabancılaştırarak yalnızlaştıran bir kimliksizleştirme kampanyasının adıdır. En büyük düşmanıysa kendi yayılımı için engel olarak gördüğü uluslar, ulusal sermayeler, ulus devletlerdir..
Aynı yıllarda, Asya’yı, Orta ve Uzak doğu’yu işaret eden Amerikan patentli yeni bir tez dolanıma çıkartılmıştır. “Uygarlıklar Çatışması.”

“Türkiye’de roman hangi aşamadadır? Her iki türün geleceği nasıl olacaktır?” “Türk edebiyatının ulusal özellikleri nelerdir?” “Oluşmuş bir Türk romanından ve öyküsünden söz edilebilir mi?” Ulusal edebiyat yaklaşımıyla evrensel edebiyat fikri çatışır mı? Edebiyatta ulusallık faşist bir yaklaşım mıdır?” benzeri sorulara doğru düzgün yanıtların verilebilmesi bütün bu dinamiklerin görülmesi, mantığının çözülmesiyle mümkündür. Yoksa "Doğu mu Batı mu", "Eski mi Yeni mi", “Ulusal mı evrensel mi” kavram çatışkılarında takılıp kalabiliriz.

Aslında kendimizden çıkıp konuya dünya edebiyatı ölçeğinden bakmak doğruları bulmamızda yardımcı olur. Örneğin, soruyu tersine çevirip “Fransız edebiyatı, Rus edebiyatı, İngiliz edebiyatı, Alman edebiyatı sıralamasında Türk edebiyatı olmalı mıdır?” şeklinde sorabiliriz. Arkasından gelecek sorularsa, ‘Peki Evrensel edebiyata dahil edebileceğimiz her edebiyat aynı zamanda ulusal karakterler taşımalı mıdır? Türk edebiyatına özge sayabileceğimiz özellikler söz konusu mu? Türk edebiyatı denince hem evrensel hem ulusal özellikler taşıyan kaç yapıt ilk elde gelir aklımıza’ vb. . .

Rus edebiyatı denince ilk elde neden Dostoyevski ya da Tolstoy’dur zihnimizin aynasında canlanan isimler? Satır aralarından okura,, Rusya’nın steplerini, ıssız tundralarını, kayın ormanlarının kokusunu, rengini, çığlığını duyurdukları için mi? Ya 19. yüzyıl gerçekçi Fransız romancılığı, İngiliz edebiyatı? Dickens'den D.H.Lavrence'a, Virginia Woolf''a onlar değil midir Britanya adalarının sömürgen burjuva ruhunu tüm çıplaklığıyla gözümüzün önüne seren? Ya Faulkner, Hemingway? Hem kişiye özel olmayı, hem ulusal edebiyatın ortak sesini taşıyıp yansıtmayı hem de evrensel insanın çığlığını ulaştırmayı başarmamışlar mıdır?
Peki, günümüz Türk edebiyatı? Batı modelini hayli geç bir noktadan yakalamış da olsa, batı estetik düşüncesinin tarihi gelişimi Türk estetik düşüncesiyle bir paralellik göstermiyor olsa da, edebiyatımızda baştan beri izlenilen yolun, Batı poetikasıyla bir zıtlık, karşıtlık içermediği kesindir. Ve edebiyatımızda hemen her akım, her ekol, Batılılaşma hedefimizi gerçekleştirmeye yönelik kilometre taşlarından biri sayılabilir. Peki, gelinen noktada Türk romanının durumu nedir? Münferit birkaç örnek dışında evrensel bağlamda kabul gördüğü, en azından istenen atağı yaptığı söylenebilir mi?

Durup şunu sormamız gerekiyor sanırım: bunca çabaya karşın romanımızın en azından Batılı gözünde Batılılaşamayışının, bizim gözümüzde olgunlaşamayışının, içimize sinemeyişinin nedenleri ne olabilir?
İşe ciddi bir gözle baktığımızda durumun paradoksallığını yakalarız. Çünkü Batılılaşma bizde bir büyük model kaymasına dönüştürülmüştür. Sonuçta Batılılaşma yerine Batıcılaşma gerçekleşmiş, daha ileri deyişle, akıntıya kapılmışızdır.

Bu kendi kültürümüzü yok etme pahasına, tıpkı Anadolu’daki tohumu yok ederek İsrail’in, Hollanda’nın toprağımızı çürüten tohumunu kullanmaya kalkmamıza benzer bir durumdur. Ne yazık ki sonunda kendi tohumumuzu da toprağımızı da yitirmemize neden olan yanlış yönlenme sürecinin aynısı edebiyatta yıllardır kurgulanmaktadır. Bir başka deyişle, Tanzimat döneminde gerçekleştirilenden çok daha fazla, çok daha kapsamlı bir yabancılaşma söz konusudur bugün için. Yara bugün çok daha derindir.

Yazarın üretim süreci için asıl önemli olan, sanatçının varlığının kökünden kopup yükselen ve dışavurulmak için bilinci zorlayan duyusal-duygusal-düşünsel devinimken, bugün artık, ‘Ne kadar Batılılaşır, ne kadar Batıcılaşırsak o kadar iyi oluruz, o kadara başarılı oluruz’ mantığıyla hareket edilmektedir. Sanki yazarın asıl sorunu, anlatmak istediklerini anlatmayı ne denli başarabileceği; kendini en iyi biçimde ifade edebileceği endişesi değildir!?

Türk yazarı, yazını bir çifte açmazla karşı karşıyadır. Özellikle postmodernizmin dayatmasıyla, Toplumsal özellikler hesaba alınmadan, kültürel kökler dahil kopularak, bir entegrasyon süreci yaşanmaya kalkılmıştır. Fransız eleştirmeni Etiemble, Japonların, kökeni 11. yüzyıla giden “Genji hikayeleri” geleneğini anımsatarak “Avrupa merkezci bir yaklaşımın romandaki tüm sistemleştirmeleri yanlış duruma getirdiğini ileri sürmüştür. Muhakkak ki Osmanlı-Türk romanının gelişme çizgisinin de aynı şekilde Batıdakine uyması mümkün değildir. Önce, Orta Asya’dan bugüne tarihimize, kültürümüze, sosyopsikolojimize uygunluk esastır. Önce öykü-şiir geleneğimizi, Osmanlı toplumumun 19. yüzyılda geçirdiği sosyoekonomik evrimi ve bunun yarattığı örf ve adetlerdeki değişimi sağlıklı bir biçimde saptamamız gerekir.

Her ülkenin kendi koşulları, o koşullara uygun çözümleri vardır. Türkiye gibi birkaç çağı sosyoekonomik ve sosyopolitik yapılanmayı iç içelikler halinde yaşayan bir ülkede öyle ki bugün bazı bölgeleri konu edinen romanlar bile tarihi bir roman özelliği kazanabilir; öylesi bir çokrenklilik, devinim. İşte, yüzyıllar boyu bu topraklarda yeşerteceğimiz müzik de edebiyat da, resim de kendine has renkler taşımak durumundadır.
Ve elbette son yıllarda bütün piyasayı kaplayan popülist romanlardan söz etmek durumundayız. Çoğu romanlar sipariş üzerine hatta öncesinden dizi olarak tasarlanarak yazılmaya başlanmıştır. Çevirmen yazarlar telif eserlerde de aynı çeviri dili kullanmaktadırlar. Yabancı ülke edebiyatlarının etkili ağırlığı bütün yayınevlerinin kataloglarında, yayın programlarında, kitapçı tezgahlarında ve yapıtların kendisinde açıkça görülmektedir. Yeni dönem romanlarında yaratılan atmosfer yabancıdır; yaşanan olaylar, yaratılan ulusal kimlikten uzak karakterler; dahası metinlerdekiyle gerçek yaşamlar örtüşmemektedir. Toplumsal ruhtan iz yoktur. Bütün bunlar kadar önemli bir başka şey İngilizcenin egemenliğine girmiş Türkçe’de yaşanan kirlenme, yozlaşmadır...

Evrensel değerleri göz önünde tutmak, elbette zorunludur. Batı edebiyatını iyi tanımamakla içinde yüzdüğü okyanusun farkında olmayan balık durumuna düşeceğimiz de doğaldır. Ancak taklide düşmemek kaydıyla. Yoksa ne pamuk, ne karpuz ne tütün, hatta çay üretemez hale gelen topraklarda Türk edebiyatının ruhuna bir tava helva kavrulması yakındır.



Kadın ve Edebiyat!..

Meltem Arıkan

Toplum demek insanların yan yana gelmesi demek değildir. Toplum ortak bir kültürde, ortak bir tarihte, ortak sosyal bir paydada birleşmiş insanlardan oluşur. Aksi bir durum toplumu değil topluluğu yada sürüyü tanımlar.

Edebiyat toplumun bir üyesi olan yazar tarafından üretilirken elbette yazar içinde olduğu toplumun ortak paydalarını dikkate alarak ama sadece içinde olduğu toplumu değil dünyadaki diğer toplumları da dikkate alarak ve sadece içinde olduğu zamanı değil geçmiş ve gelecek zamanları da dikkate alarak eserini oluşturur.
Toplum bireylerden oluşur. Edebiyat da bireye ve bireyden yola çıkarak topluma yöneliktir. Edebiyat bireylerin beyinlerinde oluşturduğu animasyonla toplum içerisinde kadınlara ve erkeklere kendi varoluşlarını ve diğer kişilerin varoluşlarını algılatır.

Şiir, roman, hikaye veya deneme biçimlerinde üretilen edebi eserler bireyin kendi içine bakabilmesini, başkalarına bakabilmesini, başkaları üzerinden kendisine bakabilmesini kışkırtan, teşvik eden yazılı metinlerdir. Bu anlamda edebiyat hem bireyler için, hem bireylerin içinde olduğu toplum için, hem de bireylerin içinde olmadığı diğer toplumlar içindir.

Toplumsal değişimler için toplumsal yapıları eleştirmek edebiyatın ilgi alanı içindedir. Benim yaklaşımıma göre toplumsal yapıları değiştirebilmek için önce bireylerin değişime hazır olması, değişimi istemesi gerekmektedir. Toplumsal değişimler, bireysel değişimler olmadığı taktirde gerçekçi olmamaktadır. Başka bir deyişle yukardan zorlamayla toplumsal yapılardaki değişimler, o an için bireyler kabul etmiş görünse dahi temelde bireyler değişmediği için tekrar eski hale dönüş olasılığı bulunmaktadır. Geçen yüzyıldaki ideolojilerin en büyük zafiyeti sosyo-ekonomik yapıların değiştirilmesi sonucunda bireylerin de değişebileceği yanlışlığı ile ilgili zafiyeti içermesidir.

Bireylerin sosyo-psikolojik gelişimlerinin sağlanmasında edebiyat ve sanatın diğer dalları çok önemli görevler üstlenmektedirler. Toplum kadınlar ve erkeklerden cinsel tercih farklılıkları çerçevesinde oluşmaktadır. Toplumun temelindeki bireyleri sadece birey olarak tanımlamak da geçen yüzyıldaki ideolojilerin diğer önemli bir zafiyetidir. Bireyler yerine toplumu kadınlardan ve erkeklerden oluşmuş olarak algılamak ve algılanmasını sağlamak edebiyatın bu yüzyıldaki en önemli kavramsal yaklaşımı olacaktır. Bu bağlamda kadın ve erkek bireylerin önce kendi varoluşlarını sorgulamaları, sonra istedikleri yöne doğru varoluşlarını gerçekleştirebilmeleri için edebiyatın ve diğer sanat dallarının çok büyük bir fonksiyon sağlayacağını düşünmekteyim.

Kadın olsun erkek olsun yazar da sonuçta toplum içinde birey olarak varolmak zorundadır. Bu nedenle de üreteceği edebi eserin içinde kendi varoluşunu sorgulaması ve kendi varoluşundan yola çıkarak okurun beyninde animasyonlar üretebilmesi için okuyucuya varoluşunu sorgulatması, toplumun giydirdiği kimliklerden sıyrılmasını sağlamak için kışkırtması, farkındalık yaratması ve başka insanlar için empati duymasını sağlayabilmesi gerekmektedir. Edebi eser, bazen bir şiir olarak tek mısrada, bazen bir hikayenin satırlarında, bazen de bir romanın kurgusu içerisinde okuru yakalar. Okuyucu kimi zaman gündelik hayatın içinde yakalanır, kimi zaman da okuduklarından gündelik hayatının dışına çıkarak bir yolculuğa sürüklenir. Okuyan kişi eseri bitirdiğinde aklında tek bir cümle kalsa bile artık o cümleden yola çıkarak etrafına tekrar bakma cesaretini gösterebilir. İşte edebiyatın sihri buradadır.

Yazmak bir anlamda yazarın kendini soymasıdır. Soyunabilmek ise hem büyük bir cesaret hem de büyük bir sorumluluktur. Toplum ise kat kat giyinmek ihtiyacındadır, çıplaklıktan korkar çünkü çıplaklık aynı zamanda şeffaflık demektir.

Çıplaksanız maskeler takamazsınız oysa toplumun maskelere ihtiyacı vardır. Bireyin varolabilmesi içinse maskelerden sıyrılması ve soyunması şarttır. O nedenle de edebiyat, bireylerin kat kat giysilerini altında, aslında ne kadar kendine yabancı olduklarını algılamaları için onları huzursuz etme yöntemini de kullanabilmelidir. Çünkü asıl önemli olan düşündüğünü söylemek özgürlüğünün olması değil, bize dayatılan düşüncelerin ötesinde düşünebilme cesaretini gösterebilmektir.

Tüm bu söylediklerimin gerçekleştirilmesi içinse öncelikle kadınların kadın olarak var olabilmesi gerekmektedir. Çünkü yaşamın temeli dişidir ve erkekler değişime uğramış dişilerdir. Değişim ancak kadınların değişmesi ile mümkün olabilecektir. O nedenle de ben ilk romanımdan itibaren hep kadının varoluş yolculuğu üzerine yazıyorum. Çünkü ben hep bir kadınım ve romanlarımı kendi varoluş yolculuğumdan yola çıkarak yazıyorum, aynı zamanda dünyayı değiştirmek istiyorum.

Kadın olarak varoluş sürecinde olduğumu hissettiğimde kadınsallık sorunsalının genelde kadın-erkek varoluşundan bağımsız olmadığını fark ettim ve bu çerçevede kendi arayışımı simgeleyen birinci romanım olan “Ve… Veya… Belki…”yi yazdım.

Daha sonra çevremdeki kadınlarla konuşarak onların yaşayışlarında da benzer bir sorunun olup olmadığını anlamaya çalıştım ve gördüm ki kadınların çoğunluğu kendi bedensel farkındalıklarının dışında kalarak kendilerini daha çok erkekler üzerinden tanımlıyorlar ikinci romanım “Evet… Ama… Sanki…” bu tezi irdeliyordu.

Ulaşabildiğim çeşitli bilimsel araştırmaları anlamaya çalışırken doğanın kimliğinin temelinde dişinin asal olduğunu öğrendim. Bu bilimsel gerçeklik ortada iken bunun toplum tarafından bilinmemesi veya algılanmaması beni dehşete sürükledi. Binlerce yıllık erkek egemenliği altında sürdürülen toplumsallaşma ve yönetim çabalarının değiştirilebilmesi ve devrimsel nitelikte bir dönüşüme ulaşılabilmesi için erkek egemenliğindeki din ve ideoloji formatlarının dışına çıkılması ve önce kadının özgürleştirilerek kadın üzerinden erkeklerin özgürleştirilmesi gerektiğine inandım. Toplumu değiştirmek için toplum mühendisliklerinin yetersiz kaldıklarını, gerçek radikal değişikliklerin ancak kadın üzerinden olabileceğini kabul ederek bu konuya giriş kitabı olarak “Kadın Bedenini Soyarsa”yı yazdım.

Kadınların varoluşlarını sağlayabilmek için önce, doğumlarından sonra sosyalleşme ortamlarında edindikleri travmalarından kurtulmaları gerektiğinin ancak bu travmatik korkulardan kurtulabilirlerse kadınların genetik altyapılarına uygun olarak varoluş sürecine girebileceklerinin farkındalığına vardım. işte dördüncü kitabım “Yeter Tenimi Acıtmayın” kendi kurgusu içinde kadınların travmalarından kurtulabilmeleriyle ilgili bir süreci aktarmaktadır.

Kadınların var olabilmeleri için erkeklerin, erkeklerin var olabilmesi için kadınların var olmasının gerekliliğinden yola çıkarak kadın-erkek ilişkisinde varoluşlara gerçekten dokunabilen tek ilişki biçiminin aşk olduğundan yola çıkarak farklı toplumsal kesitlerden çıkmış bir kadın ve bir erkeğin aşk yolculuklarını beşinci kitabım olan “Zaten Yoksunuz”da sergiledim.

Kadınların var olmak için mücadele etmeleri ve var olabilmeleri benim için umuttur. Ancak kadınların var olmasını istemeyen ve onları daha kolay yönetmek isteyen erkek egemen toplum kadınları sahte umutlara yönlendirerek onları mutsuz hayatlara mahkum etmektedir. O nedenle de bu tür umutlar benim için ve var olmak isteyen tüm kadınlar için Lanettir. Var olmak gibi bir derdiniz varsa soyunmanız şarttır. Geçmişinizden, inançlarınızdan, kandırmacalarınızdan, sahteliklerinizden, egonuzdan soyunmak, bir anlamda kendinizi tüm çıplaklığınızla kabul etmek demektir. Kendinizi çırılçıplak kabul etmeden ve kendi sorumluluğunuzu almadan var olamazsınız bu nedenle de var oluş yolculuğunun her adımı aslında kişinin kendisiyle hesaplaşmasını kaçınılmaz kılar. Bu hesaplaşma sizin cinsel kimliğinize yüklenilen anlamlardan soyunmayı da şart koşar ve mış gibi yaşamak yerine gerçekten olmayı tanımlar. Hiçbir sorumluluk almadan; suçlamanın, yargılamanın ve kendine acımanın çemberinde yaşamak ve yaşayabilmek için de inançlara, korkulara, baskılara ve inançlara ihtiyaç duymak. Oysa gerçek, inanmayı bıraktığınızda yok olmayandır. “Umut Lanettir” bu anlamda var olabilmek adına bir başkaldırı romanıdır.

Baş kaldırışın temel adımı da bize öğretilen kavramları tekrar tekrar sorgulamaktan, topluma, ailemize, inançlarımıza rağmen kendimizi kendimizde tekrar var etmekten geçer. Eğer bunu yapabilirseniz; kadınların ve erkeklerin doğal cinsel kimlikleri içerisinde birbirlerinin farklılıklarını kabul ederek bu farklılıkların zenginliğini, uyumunu ve keyfini de tüm gerçekliği ile yaşamalarının da aslında mümkün olduğunu anlatır “Umut Lanettir”.

İdeolojilere baktığınız zaman göreceksiniz ki tamamı erkekler tarafından erkek egemen toplum düzeninin sürmesi için geliştirilmiştir. Bunun sonucunda da kadınlar erkeklerin belirlediği oyunda kendilerinden istenen kadar bir rolü üstlenmek zorunda bırakılmışlardır. Ancak bu yüzyılla birlikte kadınlar eskiden olduğu gibi siyasette ve toplumsal yaşamın tüm kesitlerinde konu mankeni olmaya itiraz ediyorlar. Kadın olmak ve var olmak istiyorlar. Erkeklerin literatürü ile konuşmaktan, erkek gibi yaparak başarılı olmaya çalışmaktan usandılar. O nedenle de ben kendi adıma şunu söyleyebilirim. Kendi varoluş serüvenimden yola çıkarak, kadınları ve erkekleri izleyerek ve dinleyerek yazıyorum. Yaşayarak yazıyorum ve yazmaya da devam edeceğim.


Tanrıçanın Kılıcı ve Roman

Fatih Atila

Saygı ve sevgiyle hepinizi selamlıyorum.

Konuşmama bir alıntıyla başlamak istiyorum.

“Bir hizmetçi tarafından baştan çıkarılıp kendisinden bir çocuk peydahlandığı için yoksul ailesinin Amerika’ya yolladığı on altı yaşındaki Karl Rosmann, yavaşlamış gemiyle Newyork limanına girerken, çok önceden fark ettiği Özgürlük Tanrıçasını, bu kez ansızın güçlenen güneş ışığı altında gördü. Tanrıça’nın kılıç tutan kolu adeta hemen o anda yukarılara doğru uzanıyor, vücudunun çevresinde özgür rüzgarlar estiriyordu.”

Alıntı, Franz Kafka’nın ‘Kayıp’ diğer adıyla ‘Amerika’ romanının ilk paragrafı. Kafka neden Özgürlük heykelini Tanrıça, elindeki meşaleyi kılıca dönüştürmüştü? Ayrıca neden çevresinde estirdiği özgürlük rüzgarlarından söz etmişti? Neden romanın hemen başında böyle bir girişe gereksinim duymuştu? Buna tekrar döneceğim.

“Güneşin altında söylenmemiş söz yoktur” deyişini biliriz. Sadece bazı sözleri tekrarlamak istiyorum.

Metin ya da cümle, ruhun sürekli kendi kendisiyle konuşmasıdır.
Ne felsefede ne de sanatta ilerleme vardır. İkisinde de başka bir şey söz konusudur, o da iletişimi, katılımı sağlamaktır…

Edebiyat bir tekrardan ibarettir. Bu dünyaya ait bütün hikayeler İncil’de, Kasideler’in kıssalarında, Kur’an’da, Binbir Gece Masallarında, Homeros’un eserlerinde ve diğer yazılı metinlerde yer almıştır…
O halde neden sadece tarihle yetinmeyip öyküler yazmalıyız?
Yazılmalıdırlar, çünkü insanlığın geleceği için hikaye geleneğinin ölmemesi, sona ermemesi gerekmektedir.” Kim öykülerin üretilmediği bir dünya da yaşamak ister?

Edebiyatın görevi ve önemi anlatı geleneğini sürdürmekte yatmaktadır. Çünkü hayatın güçlükleri ancak anlatılarak aşılabilir, can sıkıntısı ancak anlatılarla yenilebilir.

Sizlere ticarette iflas etmiş bir dostumdan dinlediğim hikayesini anlatayım.
Müflis dostum acı içinde kıvranıp borçlularından kaçarken nihayet bir alacaklısına yakalanır. Karşılıklı oturup birbirlerini süzmektedirler. Dostum dürüsttür ama borçludur. Karşısındaki ise onu geçmişten tanımakta dürüstlüğünü bilmekte ancak borç senetlerini kasasında tutmanın rahatlığıyla haklı olarak bir ödeme takvimi istemektedir. Borçlu dostum alacaklının gözlerine gözlerini diker, çaresizdir ve hüzünlü kırık sesiyle bir türkü tutturur;

“Bu gün bana dokunmayın,
Benim benden haberim yok,
Tutmuyor elim ayağım,
Benim benden haberim yok.
Harmanımı yeller aldı,
Bostanımı seller aldı,
Bir yar sevdim eller aldı,
Benim benden haberim yok.”

Alacaklı kalkar biraz ilerde bulunan kasayı açar, borç senetlerini çıkarır ve kendisine verir, yırtmasını söyler. Sözün ve şu veya bu şekilde öykü anlatmanın gücü budur.

Roman’a gelince en klasik tanımın “Modern zamanların anlatım biçimi “olduğunu biliyoruz. En kusursuz edebi tür olarak öyküyü gören Edgar Allan Poe roman için “Akıl almaz bir tür” demişti.
Çünkü, romanın lirizmi şiiri, öğreticiliği tarihi, metafizik sorunları tartışma ve algılatma derinliği felsefeyi, insan ruhunun derinliklerine inişi psikolojiyi, toplumsal sezgisi sosyologları, kurgusu matematikçileri kıskandırır…

“Otium sine litteris mors est; Edebiyatsız geçen zaman öldürücüdür”. İnsanın insana hikaye anlatışının en son keşfi, hayatımıza yön veren roman türü, sonsuz olanaklarıyla özgür, estetik mükemmelliğe en yakın yazı formuydu.
Bu anlamda, Max Nordau’nun “Parisli kadınları Fransız romanı yaratmıştır” ya da bizden Halid Ziya’nın söylediği gibi “Hiç şüphe yok, hayat romanları değil romanlar hayatı yapıyor!” sözleri gerçeği ifade etmektedir.

Bu nedenle Balzac bilinmeden sanayileşen kapitalistleşen Paris, Dickens bilinmeden yoksulların üzerinde yükselen Britanya İmparatorluğunun Londra’sı bilinebilir mi?

Gogol ve Turgenyev bilinmeden ataerkil Çarlık Rusya’sının çözülüşü anlaşılabilir mi?

Solohov okunmadan Rus devrimi öğrenilebilir mi? Marguez bilinmeden bu günün ayağa kalkan Latin Amerikasını çözümleyebilir miyiz? Conrad okunmadan Afrika köle ticaretinin, sömürgeciliğinin ‘Karanlık Yüreği‘ algılanabilir mi? Don Kişot okunmadan ortaçağın ölümünü hayal edebilir miydik? Baktığı her kır manzarasını ekilebilir pamuk tarlaları, karşılaştığı her yerliyi köle olarak gören Robinson Cruseo okunmadan kolonyalizm anlaşılabilir miydi?

Başa dönersek, Osmanlıların Mısır Valisi Said Paşa tarafından Fransızlara sipariş edilen Özgürlük Heykeli ‘Doğu’nun ışığını’ simgeleyecek ve bu ışığın Mısırdan batıya doğru yayıldığının ifadesi olarak Süveyş kanalının girişine yerleştirilecekti.

Alegori ustası semitist ve ateist (Lucas’ın yalancısıyım) Kafka’nın Özgürlük Heykelinin bu hikayesini bilmemesi düşünülemez. Ancak bu imgeyle ilgili önsezileri artık ona elinde kılıç tutan ve bütün dünyada sözüm ona ‘özgürlük rüzgarları’ estirecek bir tanrıçaya işaret ediyordu.

Kafkaya göre “Alegorinin söylemek istediği tek şey, anlaşılmaz olanın anlaşılmaz olduğuydu.”
1911 de yazmaya başladığı ilk romanın ilk paragrafına bu yüzden böyle başlamıştı. Bir yüzyılda bu coğrafyada bunun artık fazlasıyla anlaşılabildiğini varsayabiliriz.

Tanrı elinde kılıç özgürlük taşıyıcısı tanrıçadan bizi korusun.

Hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyor, iyi çalışmalar diliyorum.

Hiç yorum yok: