8 Mart 2009 Pazar

GENEL BAŞKANIMIZ GÖKHAN CENGİZHAN'IN 15. GENEL KURULUMUZU AÇIŞ KONUŞMASI


Değerli üyelerimiz,
Edebiyatçılar Derneği’nin 15. Olağan Genel Kurulu’na hoş geldiniz.
Herkesi, saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Genel Sekreterimiz çalışma raporu’nu, Genel Saymanımız bilanço’yu, ayrıntılı bir biçimde sizlere sunacaklar.

Ben, bu konuşmamda, Edebiyatçılar Derneği’nin nasıl ve ne tür bir yazar örgütü olması gerektiği konusundaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Çünkü, sizlerden de kabul göreceğine inandığım bu düşüncelerin, örgütümüzün geleceği açısından ufuk ve yol açıcı olacağına inanıyorum.

Günümüz siyasal ortamının, edebiyat insanlarını da harekete geçmeye, aktif tutum almaya, müdahaleye ve benzeri operasyonel pratiklere zorladığı savı doğruysa da, alınacak bu operasyonel tavırlardan öte, tartışmamız gereken daha zorunlu sorunlarımız olduğu kanısındayım. Edebiyat ve siyaset ilişkisini kabasından tartışmak gibi!..

Öncelikle, edebiyatçıların kamusal olana, siyasal olana müdahalesinden ne anlamalıyız? Benim anladığım, edebiyatın “kendisi”nin başlı başına bir müdahale olduğudur; dolayısıyla, edebiyatçı da, olup biten her şeye müdahil biridir. Daha kestirmesi, kamusal olana, siyasal olana, “nasıl müdahale etmeli?” sorusu, edebiyatın kendi sorusu değildir, çünkü edebiyatın kendisi “nasıl”a geçerli bir yanıt olmalıdır. “Ne yapmalı?” gibi bir soruyu, her edebiyatçı, kendi yazdığı zeminde gene kendince yanıtlar. Daha başka “nasıl”ın yolu yöntemi, edebiyatın asli zemininin dışında bir arayışı açığa çıkartır.

Özeti, edebiyatçıların kamusal olana müdahalesi, edebiyatın kendi “olanak”larıyla, dün de, bugün de gündemde olan, hiç eskimeyen bir üretim düzeyidir; edebiyat, kendi mecrasında, kamusal olana, siyasal olana müdahaleyi sürdürüyor. Her şiir, her öykü, her roman, doğrudan bir müdahale değil midir? Edebiyatın, tek müdahale biçimi vardır, o da dilidir.

Daha önce, defalarca yaptığım bir saptamayı yinelemekte sakınca görmüyorum: Çoğu kez, edebiyatçının somut yaşantısıyla estetik yaşantısı birbirine karıştırılıyor. Bu iki tür “yaşantı” arasındaki çelişkilere bir açıklık getirilmek isteniyor. Edebiyatçıdan, somut ve estetik yaşantısıyla bir örnek olma zorundalığı bekleniyor. İlkin şu basit soruyu sormalıyız, kendimize: Edebiyatçı, somut bir özne’dir, diyebilir miyiz? Edebiyatçı, bir memur, bir işçi, bir öğretmen, bir mühendis, hatta bir siyasal parti üyesi olabilir! Böyle bir öznenin edebiyatçı olarak faaliyeti soyut bir nitelik taşır; bu yüzden de edebiyatçı, estetik üretimi nedeniyle soyutlanabilen “kategorik” bir özne’dir. Edebiyatçı özne, “memur”, “işçi”, “öğretmen”, “mühendis”, hatta “siyasal parti üyesi” kimliğiyle kamusal alanın içindedir; “yazar” kimliğiyle de, kamusal alanın dışındadır. Edebiyatçıyı, kendini bilerek dışlaştırdığı kamusal alana, üstelik gündelik siyaset üretmek adına yeniden çağırmak, ne kertede doğrudur?

Yukarıda saydığım mesleki kimliklerimizle, kamusal olana müdahale etmekle yükümlüyüz, birer yurttaş olarak!. Bu müdahaleyi, somut yaşantı alanımızda yapamıyorsak, estetik yaşantı alanımızda nasıl yapacağız? Parti’lerde, Sendika’larda, Oda’larda siyaset üretmiyorsak, her anlamda örgütten ve örgütlenmeden kaçıyorsak, elbette bu bir eksikliktir ve bu eksikliği bir edebiyat örgütü kapatamaz!

Edebiyatın, kamusal alanda “manevra” yeteneği olabilir mi? Lütfen, iyi düşünelim… Siyasal gündemin gerçek aktörlerince üretilen “manevra” biçimlerine bir göz attığımızda, şunlar belirtilebilir: Siyaseten “doğru”yu temsil ettiğini savlayan taraf, diğer tarafın “yanlış”ı temsil ettiğini savlar. Bu yolla, “doğru”nun “yanlış”la mücadelesi üzerine sayısız tez ve argüman çoğaltılabilir. Edebiyatın görevi, bu tez ve argümanlardan birine “taraf” olmak değildir. Bizler, edebiyatın görevinin, kamuya doğru ve ya yanlış olarak duyurulan şeyleri sorgulamak olduğuna inanırız. Edebiyat yoluyla gerçeği aramak, ama bunu yaparken, siyasal pratiğin tersine, gerçeği mutlak bir biçimde bulduğumuzu hiçbir koşulda öne sürmemek... Günümüzde, iki laf arasında aktarılan edebi tavır ve duruş bu olmalıdır. Edebi dilimizle, hiçbir hazır “yanıt”ın bulunmadığını, daha açığı, “yanıt”ların “soru”lardan daha kolay bulunabileceğini, ama “yanıt”ların “soru”lardan daha güvenilir ve emin olmadıklarını söyleyebiliriz. Ve bunu, ancak bizler, edebiyatçılar, üstümüze vazife görebiliriz!

Eğer siyaset, dünyaya ve hayata dair bir “yanıt”sa, edebiyat da bir “soru”dur. Bizleri, edebiyat üretmeye sevk eden biricik güç, belki de içten içe kuvvet, edebiyatın, herhangi bir “saf”ta yer almayı olanaksız kılan benzersizliğidir. Daha yerinde bir ifadeyle, o benzersiz dilidir.

Bütün dillerin hızla aşındırıldığı bir çağda, ancak edebiyatın özgün diline sığınabiliriz. Edebiyat, olup biten her şey hakkında, olabilecek her biçimde söz alan tüm sesleri duyabileceğimiz tek “metin”dir.

Ülke sorunları üzerine tavır koyan çok sayıda siyasal örgüt, yapı ve kadro buluyor; edebiyat, bu tür örgüt, yapı ve kadroların, doğrudan içinde yaşadığımız dünyayı ve hayatı etkileyen eylemlerinin, dahası dillerinin eleştirisiyle yükümlüdür. Edebiyat, her zeminde kullandığımız anonim dilin, adına edebiyat denilen bir “üst dil”le eleştirisidir. Öncelikle, bu asgari müşterekte birleşmeye ne dersiniz?

Hal böyleyken, edebiyatçıdan, bildik anlamda siyasal değil, tam tersine, bilinen anlamıyla siyasete müdahale edebilecek ahlaki bir yaklaşım beklenmelidir. Ülke sorunlarının ağırlığı ne düzeyde olursa olsun, “tek tip” bir siyasal tercihi, yazar örgütleri bünyesinde egemen kılmayı öngören yaklaşımlarla, bu genel kurulda hiç muhatap olmamayı tercih ederdim. Ancak, böylesi bir tercihe, tüm zamanları kapsayan geçerli bir yanıtın verilebileceğine inanıyorum: Edebiyat, politika adına vesayet kullanamaz. Kullanmamalıdır!

Eğer edebiyat, gündelik siyasetin araç ve gereçleriyle, söz ve tavır alacaksa, kendi kendini “tasfiye” ediyor demektir. Edebiyatçılar Derneği için, bu makus talihi mi arzu ediyor ve bekliyoruz? Söylemek bile fazla, siyasal tavırlar, yazar örgütleri bünyesinde çıplak bir biçimde alınamaz, ki çok açık bir gerekçeyle; siyasal tavır almanın düz biçimleri, edebiyatın özgül doğasına ve karakterine aykırıdır!.. Ek olarak, herhangi bir yazar örgütünün, siyasal gündeme etkisi, kendisi siyaset üreterek değil, günübirlik üretilen siyasetin eleştirisi üzerinden olabilir. Özetle, edebiyatçının toplumsal dinamikler tarafından beklenen tavrı, aslında, “kendisi için” siyasal olan edebi tavrıdır.

Edebiyatçılar Derneği yöneticileri ve üyeleri olarak, bütün bu sorunlarımızı, “samimi” bir yolla ve “art niyetsiz” olarak tartışabileceğimize inanmak istiyorum. Ancak, bu tartışmanın, yukarda belirttiğim can alıcı sorunları öteleyerek, dahası salt siyasal tavrı önceleyerek yapılmasının bize hiçbir yarar sağlamayacağına inanıyorum. Edebiyatçıların, kamusal olana müdahalesinin siyaseten yararlı biçimleri üzerinden bir gündem oluşturulacaksa, genel kurul süreçlerinde üyelere bu gündem dayatılacaksa, böylesi bir tartışmanın, çok kısa bir zamanda, emek ve zaman kaybıyla sonuçlanacağını peşinen söyleyebilirim. Tek bir nedenle; gündem belirleme koşullarında, siyasal tercihlerden vazgeçilemediği, tam tersine, bu siyasal tercihler giderek baskın bir hal alabildiği için..

Kendi payıma, sayısız bağımsız inisiyatif oluşturma ve ne yazık ki sonuçlandıramama deneyimi yaşadım. Böylesi inisiyatiflerde, şapkadan kolayca tavşan çıkmayacağını bilenlerdenim. Sonuçta, büyük umutlarla kurulan bir inisiyatifin bileşenlerinin, salt dayatılan siyasal tercihler nedeniyle, kalanlar ve gidenler olarak bölündüğüne, gitgide küçüldüğüne tanık olduğumu söyleyebilirim.

Ülkemizin siyasal atmosferi, deyim yerindeyse boz bulanık.. Bütün değerlerimizin altüst olduğu bir dönemden geçiyoruz. Şiddet olgusu, günümüzde, tüm sanal imgeleriyle, bilgisayarlarımıza, dolayısıyla odalarımıza kadar girdi. Şiddetin, daha doğrusu kaba güç kullanımının, eğlenceye ve tüketime dönüştüğü bir toplumda yaşıyoruz; şiddet, sürekli bir anomi olarak üretiliyor. Popüler kültürde çok yaygın imgelere sahip olan şiddet olgusu, her türlü yazılı/görsel metinde, birer eğlence ve tüketim aracı olarak kullanılabiliyor. Bu yüzden şiddet artık başıboştur ve belki bir sonraki kurbanın kim olacağının fazlaca bir önemi kalmamıştır.

Şiddet olgusu, siyasal çıkar doğrultusunda, “haklı” ve “haksız” şiddet diye, ikiye de ayrılabiliyor. Tarihte örneği çoktur, bu durumun.. Ülkemizin yakın tarihinden örnek vermek de mümkün.. Böyle bir durumda, kimin kime şiddet uyguladığı temelinde, öldürme eylemi de olumlanabiliyor. Edebiyat ahlakı açısından, şiddet kurbanının, “doğru” safı mı, “yanlış” safı mı temsil ettiğini, kurbanın kimliği üzerinden tartışmanın, hiçbir anlamı olamaz. Neye bağlanırsa bağlansın, her türlü şiddet, her durumda haksızdır; her türlü güç kullanmak, her durumda yanlıştır. Değilse, saldırganlığı, yıkıcılığı, kaba kuvveti yasallaştırmanın sonsuz olanaklarına müdahale edilemez. Bir insanın, acımasızca ve alçakça öldürülüşü de, bu sayede normalleşebilir. Şiddeti uygulayanlar, niyetlerini ve hedeflerini, kendi politikaları doğrultusunda, diledikleri gibi “mistifiye” edebilirler. Oysa edebiyat, kökeni, rengi, ırkı, dili, dini ve cinsiyeti ne olursa olsun, insan’dan, onun yaşama hakkından yana tavır almalıdır. Has edebiyatın ve has edebiyatçının tavrı, bu olmalıdır.

İşte bu sürece yazılı kültürün müdahalesi “nasıl” olmalı? Şiddetin toplumsal dili, edebiyatın karşı diliyle ”nasıl” kırılmalı? Nasılları artırmak olası.. Ve bütün bunları, hiçbir görünür “saf”ta yer almadan, hiçbir hazır “yanıt”a eklemlenmeden, edebiyatın kendi özgül zemininde kalarak, kendi özgül diliyle tartışabilmeliyiz. Ortalık yerdeki bu kamusal görünüme estetik müdahaleye, öncelikle, kendimizle yüzleşmekle, daha yerinde bir ifadeyle de, kendimize ayna tutmakla başlamalıyız.

Bu çerçevede, “ne yapmalı?” da, “nasıl bir edebiyat yapmalı?”ya dönüştürülebilir, rahatlıkla... Olacaksa eğer, tartışmalı toplantılarımızın öncelikli gündem maddesi, bu olsun! Savaşın, şiddetin, cinayetin, lincin, zulmün olmadığı bir dünyaya duyduğumuz hasreti, tercüme değil, asli yazımızla dile getirelim; barış içinde bir arada yaşama kültürünü tehdit eden her türlü girişime, insan hayatı ve insan onuru adına karşı çıkmanın, etik olanaklarını çoğaltalım. Ne tür yazılar, siyasal gündeme olumlu anlamda etki edebilir, örneğin, ortalama insanımızın şiddet algısını olumlu anlamda dönüştürebilir, bütün bunları ürün düzeyinde düşünelim ve en önemlisi, ortak paydalarımızı belirleyelim.

Sevgili üyeler,
1100 üyelik bir birikime dayanan Edebiyatçılar Derneği’nde, çok geniş bir skalada, sol’un her çizgisinden –komünist’inden sosyal demokrat’ına, sosyalist’inden Kemalist’ine v. b.- onlarca üyemiz yer alıyor. Öncelikli sorun, tüm bu üyeleri, yukarda anlatmaya çalıştığım ortak bir paydada birleştirmek, daha alçakgönüllü yazarsak, bir arada tutmak... Ortak payda için aradığımız değerlerin, öncelikle insan hayatı ve insan onuru olduğunu, altını çizerek bir kez daha belirtiyorum. Bu değerlerin saldırı altında oluşu, yeterince ortak bir paydadır, kanısındayım.

Edebiyatçılar Derneği’nin, yaşanılan tarihe, yaşanılan topluma müdahale etmek anlamında bir işlevinin olduğu açık... Ancak müdahale, kültürel, sanatsal, edebi bir “zemin”den yapılmalı; hiçbir fark ve ayrım ortaya koymadan, siyasal yapıların bilinen anlayışlarıyla, alışıldık yöntemleriyle, tercihli diliyle kendini ilişkilendirmesi beklenmemeli, bir yazar örgütünden…

Örgütlü ve ya örgütsüz her edebiyatçı, kendini sorunun bir parçası olarak görmeli... Yoksa, örgüt yöneticilerinin üyeler adına sorumluluk almalarıyla, üyelerin bütününü kapsadığı varsayılan temsil yetenekleriyle, tüm bu sorunlar kısa vadede çözülmüyor, ne yazık ki…

Özgürlüklerimiz için bir örgüt ne kadar gerekli, ne denli sahip çıkıyoruz, ne ölçüde katkı sağlıyoruz? Yöneticilik hayatım, kısaca özetlemeye çalıştığım örgütlülük bilincini, dernek üyesi arkadaşlarla paylaşmak kaygısıyla geçip gidiyor. Halen, bir arpa boyu yol aldığımızı, açık yüreklilikle itiraf etmeliyim. Son dönemde, ilkin ve öncelikle, örgüt içi demokratik karar mekanizmalarına bir geçerlilik kazandırmak çabası içindeyiz. Külfetli ama gerekli bir çaba… Adına, her nasılsa “ortak” denilen kurumsal bir basın açıklaması yapmanın yolu yöntemi bile, tüm üyeleri konuyla ilgili bilgilendirmeyi gerektiriyor. Günümüzde, özellikle internet ortamında iletişim olanakları alabildiğine arttı, bu olanağı kullanmak açısından, ciddi bir çabamız var. Yaklaşık, 600 üyemizle, e-posta adresleri üzerinden günübirlik iletişim halindeyiz. Ancak, üyelerimizin büyük çoğunluğunun, sessiz ve saklı kalmayı yeğledikleri de açık… Sözgelimi, ivedilikle yapılması gereken basın duyurularının, işbilir yöneticiler eliyle kotarılmasının sakıncalarını üyelerimizin anlaması gerekir. Ortak paydayı, olabildiğince çok sayıda üyenin katılımıyla oluşturmanın, başkaca bir usul ve erkanı, şimdilik yok! Gerek temsil, gerek yetki, yöneticiler ve üyeler arasındaki örgüt içi demokratik karar mekanizmalarına, bir “işlerlik” kazandırmakla olanaklı…

Örgüt içerisinde, birer üye olarak, hangi siyasal anlayışa yakın olursak olalım, bu anlayışımızı, edebiyatçı kimliğimizin önüne almamak zorundayız. Ve örgüt bünyesinde, birer yönetici olarak, hangi siyasal anlayışa yakın olursak olalım, bütünleştirici, birleştirici, dayanışmacı bir yaklaşımı egemen kılmak durumundayız. Böylesi bir kabul, karşılıklı olarak kişilik haklarımıza saygı duymaya dayanır ve fazlasıyla gereklidir.

Sevgili arkadaşlar,
Bu konuşmayı, Edebiyatçılar Derneği genel başkanı kimliğimle yaptım. Yarın, bir örgütte “yönetici” hatta “üye” olmayabilirim, ama hep bir “edebiyatçı” olarak kalacağım.

15. Olağan Genel Kurul’umuza katılan bütün üyelerimize saygılarımı, sevgilerimi sunuyorum.


Gökhan Cengizhan
Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı

Hiç yorum yok: