15 Haziran 2007 Cuma

JOANNE LEEDOM-ACKERMANN'IN ANKARA ÖYKÜ GÜNLERİNDEKİ KONUŞMASI

ÖYKÜLER: ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK VE ÇEŞİTLİLİĞİN KORUNMASI


(11. Uluslararası Ankara Öykü Günleri’ne Onur Konuğu olarak katılan, Uluslararası P.E.N. Uluslararası Sekreteri Joanne Leedom-Ackermann’ın, 22 Mayıs 2007 Salı günü, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yaptığı Ödül Töreni Konuşması)

2007 yılında düzenlenen, çokkültürlülük ve çeşitlilik üzerine yoğunlaşmış olan 11.Uluslararası Ankara Öykü Günleri’ne beni de davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim. 10 yıl önce Türkiye’ye ilk kez, ifade özgürlüğü konusunda düzenlenen bir konferansa katılmak üzere, Uluslararası P.E.N.’i temsil etmek amacıyla gelmiştim. Daha sonra ise, çeşitli nedenlerle Ankara ve Istanbul’u ayrı ayrı ziyaret etme olanağım oldu. Dünya ve Avrupa Güreş Şampiyonaları sırasında Ankara’ya 2 kez geldim. Matemetikçi olan en büyük oğlum aynı zamanda da bir güreşçidir. O sıralarda, Ankara’da İngiltere adına yarışmak için bulunuyordu. Oğlum çifte vatandaşlığa sahiptir. 1999 yılında, Dünya şampiyonası sırasında, oğlumu Ankara’da güreş minderi üzerinde güreşirken izledim. Daha sonra da Uluslararası P.E.N. ve Türkiye’deki yazarlar adına Adalet Bakanı’nı ziyaret ettim. Hem PEN’deki çalışmalarım nedeniyle, hem de bir anne ve bir yarışmacı olarak, dünyanın bir çok bölgesini ziyaret ettim. Gerçekleştirdiğim tüm bu gezilerde şunları gözlemledim: gerek edebiyat, gerekse spor sadece insanlar arasında var olan farklılıklara dayanmıyor. Her ikisi de, aynı zamanda, bireyin çevresindekilerin yeteneklerinden ve becerilerinden güç alıyor.

Ankara’ya geldiğim için çok mutluyum. Çünkü, bu kez, sadece edebiyat konusunda konuşacağım. Özellikle de, öykü, çokkültürlülük ve çeşitlilik üzerine konuşacağım için mutluyum.

Çokkültürlü bir toplumda doğdum. Bu toplum, benim ilk çocukluk dönemlerimde bölümlere, sınıflara ayrılmış durumdaydı. A.B.D.’nin Güney bölgesinde, Dallas’ta 1950-60’ların Teksas’ında doğdum, yine aynı yerde büyüdüm. O zamanlar içinde bulunduğum toplumun tüm bireylerinin yaşadıkları evlerin arka tarafında hizmetçilerin oturması için yapılmış olan daha küçük bölmeler vardı. Bizim, evimizin hemen arkasında da, hizmetçi odası oalarak düşünülerek inşa edilmiş, böylesine küçük bir bölme vardı. Ancak, bu küçük odada sürekli yaşayan bir hizmetçimiz yoktu. Evimizde çalışan ve gündelik ev işlerimizi yapan kızlar doğal olarak bizlerle birlikte yaşıyordu. Onlar, gerektiği zamanlarda, bu küçük odaya giderek üniformalarını değiştiriyorlar, sigara içiyorlar, ya da kendilerine tümüyle yasaklanmış olan cini gizli gizli yudumluyorlar, birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Sözkonusu odayı, kendini hep gizli tutan, tutmak zorunda olan bir “diğeri”nin ya da “öteki”nin evi olarak hayal ediyordum. “Öteki” olarak düşlediğim bu gizli kişi, sadece bir çocuk olan bana ve yaşamıma çok önemli bağlarla bağlıydı. Örneğin, beni içine fındık ezmesi sürülmüş sandviçlerle besliyordu. Tüm söylediklerimi de can kulağıyla dinliyordu. Ama, o, benden daima uzaktı, ayrıydı ve gizliydi. Evimizin arkasındaki küçük hizmetçi odası ve o odanın temsil ettiği “ötekilik” olgusu, yazmaya başladığım zaman, eserlerimin temelini, merkezini oluşturan bir imge oldu.

No Marble Angels (Mermerden Melekler Yok) adlı öykü seçkimin aynı adı taşıyan birinci öyküsünde 25 yıl boyunca bir beyaz aile için çalışmış olan siyah bir kadının dramı anlatılmaktadır. Bu kadın günün birinde, sokakta, bıçaklanmış olarak bulunmuş ve hastaneye kaldırılmıştır. Kadını hastanede sadece tek bir kişi ziyaret etmektedir. O da evinde çalıştığı ailenin uzaktan kuzeni olan genç bir kızdır. Aslında, zenci kadın eline doğan bu kızı aile içinde büyüten kişidir. Öte yandan, ailenin diğer tüm bireylerinin düşündükleri ve merak ettikleri tek konu, sadece ve sadece, zenci kadının hangi yanlış davranışı nedeniyle bıçaklandığıdır. İşte, ailenin genç kuzeni, Shannon’un zenci hizmetçi Rheba’nın dünyasına yaptığı böylesi bir yolculuk öykü seçkimdeki diğer öykülerimin de çerçevesini çizmektedir. Kitaptaki öykülerimin çoğu 1950’lerin ve 60’ların Amerika’sında, A.B.D.’nin Güney Bölgelerinde geçmektedir. Bu dönem A.B.D.’de karmaşanın hakim olduğu bir dönemdir. Yine bu dönem, beyazlarla siyahların tarihin ve kanunların oluşturduğu engellerin, sınırların iki yanından gözlerini kısarak birbirlerine baktıkları ve birbirlerine göz süzdükleri karmaşık bir dönemdir.

Bugün çok yol alınmış olmasına rağmen, ayrımcılık hala milli dramlarımızdan biri olmaya devam etmektedir. Hayatım boyunca alınan bu mesafenin boyutlarını hep gözlemiş ve izlemişimdir. Sınıflandırmaya ve ayrımcılığa yönelik kanunların kaldırılması A.B.D. toplumunun büyük ölçüde güçlenmesine olanak sağladı. Ancak, hala katedilecek çok yol var. Bir yazar olarak, yıllardır, insanlar arasındaki, ırk, cins, yaş, dünyaya farklı bakış açıları gibi nedenlerden kaynaklanan uzaklığın azalması, giderek kapanması konularına hep ilgi duymuşumdur.

Çocukluk döneminden yetişkinliğime kadar uzanan zaman diliminde, beni en çok etkileyen kitaplardan birisi de, bir başka Teksas’lı yazar tarafından yazılmıştı. A.B.D.’nin Güney bölgelerinde yaşayan bir siyah insan olmanın ne anlama geldiğini çözebilmek amacıyla kendi derisinin rengini isteyerek değiştiren sözkonusu yazarın adı John Howard Griffin’di. Onun bu deneyimini gerçekleştirdiği yıllar ise ırkçı kanun ve kuralların hangi insanın nereden su içeceğini ya da hangi duraktan otobüse bineceğini, otobüste nereye oturacağını, otellerde hangi banyo ya da tuvaleti kullanacağını belirlediği o karmaşık döneme rast gelmekteydi.

John Howard Griffin tarafından yazılmış olan Black Like Me (Benim Gibi Siyah) adlı bu kitap ben henüz küçük bir öğrenciyken yayınlanmıştı. Yayınlanır yayınlanmaz mı okudum, yoksa, bir kaç yıl sonra mı, hatırlayamıyorum. Ama, okuduktan sonra, kitabın sergilediği bu karmaşık sorun, beynimde giderek artan sorulara ve içimde büyüyen duygulara bir ayna tuttu. Zihnimdeki soruların tümü de insanlığın içinde bulunduğu durumla ilgili sorulardı: ben kimim? Ben olmayan, benden farklı olan karşımdaki kişi kim?

Belirli bir süre boyunca bu soruların hep politik sorular olduğunu düşündüm. Bu nedenle de gençliğimin büyük bir bölümünü vatandaşlık hakları konusunu sorgulamakla geçirdim. Ailemle, arkadaşlarımla tartıştım. Görüşlerime karşıt olan herkesi değişmez katı kuralları olan birisi olarak kabul ettim ve kendi dışıma ittim. Sonunda da Teksas’tan ayrıldım.

Şöyle düşünüyordum: karşıt duran kişi politikanın dışında kaldığı sürece, ben de kendimi ondan ayrı tutabilecektim. A.B.D.’nin kuzeydoğu bölgesinde yaşayan bir gazeteci olarak gerçekleri, istatistikleri, toplumda bulunan farklı görüş açılarını toplamaya, biriktirmeye başladım. Sorulara yanıtlar aradım. Ayrımcılık ve ayrımcılığa engel olmanın yollarıyla ve A.B.D.’deki kurumların entegrasyonu konularıyla ilgili makaleler yazdım. Bu arada yazmak istedigim öyküler de zihnimde bir araya geliyorlardı. Bu öyküler gerçeklerin, kişilerin ve toplum kuramının içinde yer almayan türden öykülerdi.

Kendimce bir yolculuk başlatmıştım. Ancak yolculuğumu derimin rengini değiştirerek değil, içsel deneyimlerimi dışarıya yansıtabilmek için öyküler, romanlar üreterek başlatmıştım. Yazdıklarım artık gazete yazıları olmaktan uzaklaşıyordu. Yazılarım giderek daha bireysel ve yürekten olmaya, nesnellikten öznelliğe doğru dönüşüm geçirmeye başladı.

Yazma alnında beni ilgilendirmeye devam etmekte olan şeylerden birisi de bireyin yüreğinde gizli kalmış olan karanlık noktalardır. Bu noktalar öyle yerlerdedir ki, bizlerin birbirimizi görmemizi engeller. Kişinin kendisiyle “öteki” arasında bulunan mesafeyi, zaman zaman, ırk, yaş, cinsiyet, zaman zaman da ülkeler belirler. Ben insanların önce köprüleri oluşturmalarıyla, daha sonra ise bu köprüleri birer birer nasıl yıktıklarıyla ilgilenirim.

Çokkültürlü olan bir toplum, eğer vatandaşlarını birbirine bağlayan insan ruhunun farkına varırsa, bireylerinin arasındaki kültürel farklılıklara değer verirse, işte o zaman, o çokkültürlü toplum daha da ilerler, gelişir.

Çokkültürlülük Uluslararası P.E.N.’in en temel değerlerinden birisidir. Uluslararası P.E.N.’in 101 ülkede 144 Merkezi bulunmaktadır. Uluslararası P.E.N. kendisini ırk, sınıf ve milli nefretleri etkisiz hale getirmeye vakfetmiştir. Barış içinde yaşayan, tek vucut bir insanlığı oluşturma çabasındadır. PEN aynı zamanda ifade özgürlüğünü de savunmaktadır.

Edebiyat, biz yazarlar için ifade özgürlüğünün savunulması için en uygun ortamdır. Bilindiği üzere, edebiyatın kültürler arasında köprüler oluşturma gibi önemli bir görevi vardır. Bizler çoğunlukla farklı bir kültür hakkındaki ilk izlenimlerimizi okuyarak ediniriz. Düş gücümüzle bir yazarın imgelerini, betimlediği sahneleri, yarattığı kişileri, öncelikle algılarız. Sonra da, bütün bunlardan bilgiler edinir, zekamızı geliştirir, deneyimlerimizi zenginleştiririz.

Öykülerimdeki kişilerin çoğu kim olduklarını ortaya çıkarmak için çabalamaktadırlar. Başka bir insana ulaşabilmek için hapsoldukları kendi içlerinden dışarıya çıkmaya çalışmaktadırlar. Benim öykü kişilerim kendi evlerinin arkasında yer alan, “öteki”nin yaşadığı karanlık, içki kokan, küflü o küçük bölmeye girmeye, o hizmetçi odasını kendilerine ait bir yer haline getirmeye çalışmaktadırlar. Sanırım, bizler de o küçük bölmeye girmeli, gölgeleri yok etmeli, perdeleri kaldırmalı, pencereleri açmalı, “öteki”nin yüzünde bizim kendi yüzümüzün yansımalarını da görmeliyiz.

(İngilizce’den Türkçe’ye çeviren Aysu ERDEN)