29 Mayıs 2007 Salı

EDEBİYAT VE MÜDAHALE

Varlık dergisi, Nisan 2007, sayı: 1195

EDEBİYATIN “KENDİSİ” BİR MÜDAHALEDİR!

Gökhan Cengizhan
Edebiyatçılar Derneği
Genel Başkanı

Günümüz “siyasal atmosfer”inin, kültür sanat insanlarını da, “harekete geçmeye”, “aktif tutum almaya” ve benzeri operasyonel pratiklere zorladığı savı doğruysa da, bu operasyonel tavır ve tepkilerden öte, tartışmamız gereken daha zorunlu sorunlarımız olduğu kanısındayım. Edebiyat/siyaset ilişkisini kabasından tartışmak gibi!.

Öncelikle, “edebiyatçıların kamusal olana müdahalesi”nden ne anlıyoruz? Benim anladığım, edebiyatın “kendisi”nin bir müdahale olduğudur; dolayısıyla, edebiyatçı da, olup biten her şeye müdahildir. Daha kestirmesi, kamusal olana, siyasal olana, “nasıl müdahale etmeli?” sorusu, edebiyatın kendi sorusu değildir, çünkü edebiyatın kendisi “nasıl”a geçerli bir yanıttır. “Ne yapmalı?”yı, her edebiyatçı, yazdığı zeminde kendince yanıtlar. Daha başka “nasıl”ın yolu yöntemi, edebiyatın asli zemininin dışında bir arayışa tekabül eder.

Özeti, edebiyatçıların kamusal olana müdahalesi, edebiyatın kendi “olanak”larıyla, dün de, bugün de gündemde olan, hiç eskimeyen bir üretim düzeyidir; edebiyat, kendi mecrasında, kamusal olana, siyasal olana müdahaleyi sürdürüyor. Her şiir, her öykü, her roman, doğrudan bir müdahaledir, zaten.. Edebiyatın, tek müdahale biçimi vardır, o da dilidir.

Daha önce, defalarca yaptığım bir saptamayı yinelemekte sakınca görmüyorum: Çoğu kez, edebiyatçının somut yaşantısıyla estetik yaşantısı birbirine karıştırılıyor. Bu iki tür “yaşantı” arasındaki çelişkilere bir açıklık getirilmek isteniyor. Edebiyatçı’dan, somut ve estetik yaşantısıyla bir örnek olma zorundalığı bekleniyor. İlkin şu basit soruyu sormalıyız, kendimize: Edebiyatçı, somut bir özne’dir, diyebilir miyiz? Edebiyatçı, bir memur, bir işçi, bir öğretmen, bir mühendis, hatta bir parti başkanı olabilir! Böyle bir öznenin edebiyatçı olarak faaliyeti soyut bir nitelik taşır; bu yüzden de edebiyatçı, estetik üretimi nedeniyle soyutlanabilen “kategorik” bir özne’dir. Edebiyatçı özne, “memur”, “işçi”, “öğretmen”, “mühendis”, hatta “parti başkanı” kimliğiyle kamusal alanın içindedir; “yazar” kimliğiyle de, kamusal alanın dışındadır. Edebiyatçıyı, kendini bilerek dışlaştırdığı kamusal alana, üstelik gündelik politika üretmek adına yeniden çağırmak, ne kertede doğrudur?

Yukarıda saydığım mesleki kimliklerimizle, kamusal olana müdahale etmekle yükümlüyüz, birer yurttaş olarak!. Bu müdahaleyi, somut yaşantı alanımızda yapamıyorsak, estetik yaşantı alanımızda nasıl yapacağız? Parti’lerde, Sendika’larda, Oda’larda politika üretmiyorsak, her anlamda örgütten ve örgütlenmeden kaçıyorsak, elbette bu bir eksikliktir ve bu eksikliği edebiyat kapatamaz!

Edebiyatın, kamusal alanda “manevra kabiliyeti” olabilir mi? Lütfen, iyi düşünelim.. Siyasal gündemin gerçek aktörlerince üretilen “manevra” biçimlerine bir göz attığımızda, şunlar belirtilebilir: Siyaseten “doğru”yu temsil ettiğini savlayan taraf, diğer tarafın “yanlış”ı temsil ettiğini savlar. Bu yolla, “doğru”nun “yanlış”la mücadelesi üzerine sayısız tez ve argüman çoğaltılabilir. Edebiyatın görevi, bu tez ve argümanlardan birine “taraf” olmak değildir. Bizler, edebiyatın görevinin, insanımıza doğru veya yanlış olarak duyurulan şeyleri sorgulamak olduğuna inanırız. Edebiyat yoluyla gerçeği aramak, ama bunu yaparken, politik pratiğin tersine, gerçeği mutlak bir biçimde bulduğumuzu hiçbir koşulda iddia etmemek.. Günümüzde, iki laf arasında zikredilen edebi tavır ve duruş bu olmalıdır. Edebi dilimizle, hiçbir hazır “yanıt”ın bulunmadığını, daha açığı, “yanıt”ların “soru”lardan daha kolay bulunabileceğini, ama “yanıt”ların “soru”lardan daha güvenilir ve emin olmadıklarını söyleyebiliriz. Ve bunu, ancak bizler, edebiyatçılar, üstümüze vazife görebiliriz!

Eğer politika, dünyaya ve hayata dair bir “yanıt”sa, edebiyat da bir “soru”dur. Bizleri, edebiyat üretmeye sevk eden biricik güç, belki de içten içe kuvvet, edebiyatın, herhangi bir “saf”ta yer almayı olanaksız kılan benzersizliğidir. Daha yerinde bir ifadeyle, o benzersiz dilidir.

Bütün dillerin hızla kirletildiği bir çağda, ancak edebiyatın diline sığınabiliriz. Edebiyat, olup biten her şey hakkında, olabilecek her biçimde söz alan tüm sesleri duyabileceğimiz tek “metin”dir.

Ülke sorunları üzerine tavır koyan çok sayıda siyasal örgüt, yapı ve kadro buluyor; edebiyat, bu tür örgüt, yapı ve kadroların, doğrudan içinde yaşadığımız dünyayı ve hayatı etkileyen eylemlerinin, dahası dillerinin eleştirisiyle yükümlüdür. Edebiyat, her düzeyde kullandığımız anonim dilin, adına edebiyat denilen bir “üst dil”le eleştirisidir. Öncelikle, bu asgari müşterekte birleşmeye ne dersiniz?

Hal böyleyken, edebiyatçıdan, bildik anlamda siyasal değil, tam tersine, bilinen anlamıyla siyasete müdahale edebilecek bir yaklaşım beklenmelidir. Ülke sorunlarının ağırlığı ne düzeyde olursa olsun, “siyasal tavırlar öncelikle yazar örgütleri bünyesinde mi alınmalı?” gibi bir soruya hiç muhatap olmamayı tercih ederdim. Ancak, darda kalınarak sorulan bir soru, tüm zamanları kapsayan bir yanıtı vermeyi zorunlu kılıyor, kuşkusuz: Edebiyat, politika adına vesayet kullanamaz. Asla!

Eğer edebiyat, gündelik politikanın araç ve gereçleriyle, söz ve tavır alacaksa, kendi kendini “tasfiye” ediyor demektir. Bu makus talihi mi arzu ediyor ve bekliyoruz? Söylemek bile fazla, siyasal tavırlar, yazar örgütleri bünyesinde alınamaz, çok çıplak bir gerekçeyle; siyasal tavır alma biçimleri, edebiyatın doğasına ve karakterine aykırıdır!. Ek olarak, ister sağ’da ister sol’da yer alsın, herhangi bir yazar örgütünün “siyasal gündeme etkisi”, kendisi siyaset üreterek değil, günübirlik üretilen siyasetin eleştirisi üzerinden olabilir. Özeti, edebiyatçının toplumsal dinamikler tarafından beklenen tavrı, “düz” anlamda siyasal değil, “kendisi için” siyasal olan edebi tavrıdır.

Edebiyatçılar Derneği olarak, bütün bu sorunlarımızı tartışabileceğimiz “samimi” toplantılara hemen varız. Daha da fazlasına açığız! Ancak, bu toplantıların, yukarda belirttiğim “özgül” sorunları öteleyerek, dahası siyasal tavrı önceleyerek düzenlenmesinin bize hiçbir çıkar sağlamayacağına inanıyorum. Tamam, “çeşitlenen siyasal konumların detaylarını askıya alalım”, “asgari müşterekleri öne çıkaralım”, “uygarca yan yana gelelim,” kabul.. Ama, edebiyatçıların kamusal olana müdahalesinin siyaseten yararlı biçimleri üzerinden bir gündem oluşturulacaksa, böylesi toplantıların, çok kısa bir zamanda, emek ve zaman kaybıyla sonuçlanacağını peşinen söyleyebilirim. Tek bir nedenle; toplantı süreçlerinde, önünde sonunda, siyasal tercihlerden vazgeçilmediği, tam tersine, bu tercihler giderek baskın bir hal aldığı için.. Ayrıca, beklenilen geniş katılımların, sorunu daha da çoğalttığı, “asgari müşterekler” de bile ayrışmaya neden olduğu açık.. Kendi payıma, sayısız bağımsız inisiyatif oluşturma, nihayetinde sonuçlandıramama deneyimi yaşadım. Böylesi inisiyatiflerde, şapkadan kolayca tavşan çıkmayacağını bilenlerdenim. Sonuçta, iyi niyetlerle kurulan bir inisiyatifin bileşenlerinin, salt dayatılan siyasal tercihler nedeniyle, kalanlar ve gidenler olarak bölündüğüne, gitgide küçüldüğüne tanık olduğumu söyleyebilirim.

Ülkemizdeki siyasal partiler, aydın sanatçı kadroları bünyelerinde istihdam etmek anlamında, neden yeterince güçlü değiller, hiç düşündünüz mü? Aydın sanatçılardan, parti tüzük ve talimatları çerçevesinde üretilen politikaların koşulsuz desteği istendiği için, olabilir mi? Benimki, yargı değil, yalnızca bir soru.. Üstelik bu soruyu, vakti zamanında sol bir partinin milletvekilliği adaylığını kabul etmiş bir meslektaşınız olarak soruyorum. Siyasal parti, elbette ve hiç kuşkusuz politika üretir, dahası iktidarı hedefler; ancak, üretilen ve hedeflenen politikanın tezahürleri, insani ve vicdani açılardan, bizzat o partinin aydın sanatçısı tarafından “kıyasıya” eleştirilmelidir. Değilse, partili aydın sanatçının, üretilen politik dili edebi dile tercüme etmesiyle yetinilecektir. Ülkemizdeki sanat/siyaset ilişkisi, ne yazık ki bu sorunu göğüsleyemiyor.

Yukarıdaki paragrafı yazmamın bir nedeni de şu: İnisiyatif oluşturma çabalarında, herhangi bir sol partili veya parti eğiliminde edebiyatçı arkadaşımızla bir araya geliyoruz. Diyelim, Komünist partili, İşçi partili, Emek partili edebiyatçı arkadaşımız, doğrudan parti çalışmalarında, politik kimliğini yaşantılayacaktır, bu onun sorunudur, ancak bağımsız inisiyatif içinde, partililik bağını unutacaktır. Değilse, inisiyatife “taşınan” parti bağı, bütün tartışmalarda söz ve tavır alacaktır. Üzülerek söylüyorum, henüz bu sorun da, aklı selimle aşılamamıştır.

Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından siyasal atmosferin hayli görünür bir nitelik kazandığını, belirtiyorsunuz. Belki, nitelikten öte, boz bulanıklık söz konusu.. Bütün değerlerimizin altüst olduğu bir dönemden geçiyoruz. Şiddet olgusu günümüzde, tüm “sanal” imgeleriyle, bilgisayarlarımıza, dolayısıyla odalarımıza kadar girdi. Şiddet’in, daha doğrusu kaba güç kullanımının, eğlenceye ve tüketime dönüştüğü bir toplumda yaşıyoruz; şiddet, sürekli bir anomi olarak üretiliyor. Popüler kültürde çok yaygın imgelere sahip olan şiddet olgusu, her türlü yazılı/görsel metinde, birer eğlence ve tüketim aracı olarak kullanılabiliyor. Bu yüzden şiddet artık başıboştur ve kurbanın, belki bir sonraki kurbanın kim olacağının fazlaca bir önemi yoktur.

Şiddet olgusu, siyasal niyet doğrultusunda, “haklı” ve “haksız” şiddet diye, ikiye de ayrılabiliyor. Tarihte örneği çoktur, bu durumun.. Ülkemizin yakın tarihinden örnek vermek de mümkün.. Böyle bir durumda, kimin kime şiddet uyguladığı temelinde, öldürme eylemi de olumlanabiliyor. Oysa, dağda veya sokak ortasında cana kıymak arasında, hiçbir “fark” bulunmuyor. Terör de suçtur, suikast de, yumurta atmak da!. Edebiyat etiği ve ahlakı açısından, şiddet kurbanının, “doğru” safı mı, “yanlış” safı mı temsil ettiğini, kurbanın kimliği üzerinden tartışmanın, hiçbir anlamı olamaz. Neye bağlanırsa bağlansın, her türlü şiddet, her durumda haksızdır; her türlü güç kullanmak, her durumda yanlıştır. Değilse, saldırganlığı, yıkıcılığı, kaba kuvveti yasallaştırmanın sonsuz olanaklarına müdahale edilemez. Bir insanın, acımasızca ve alçakça öldürülüşü de, bu sayede normalleşebilir. Şiddeti uygulayanlar, niyetlerini ve hedeflerini, kendi politikaları doğrultusunda, diledikleri gibi “mistifiye” edebilirler. Oysa edebiyat, kökeni, rengi, ırkı, dili, dini ne olursa olsun, insan’dan, onun yaşama hakkından yanı tavır almalıdır. Has edebiyatın ve has edebiyatçının tavrı, bu olmalıdır.

İşte size, edebiyatçının kamusal olanla mücadelesinin ilk gündem maddeleri.. Bu sürece yazılı kültürün müdahalesi “nasıl” olmalı? Şiddetin toplumsal dili, edebiyatın karşı diliyle ”nasıl” kırılmalı? Nasılları artırmak olası.. Ve bütün bunları, hiçbir görünür “saf”ta yer almadan, hiçbir hazır “yanıt”a eklemlenmeden, edebiyatın kendi özgül zemininde, kendi özgül diliyle tartışabilmeliyiz. Ortalık yerde sırıtan bu kamusal görünüme estetik müdahaleye, öncelikle, kendimizle yüzleşmekle, daha yerinde bir ifadeyle de, kendimize ayna tutmakla başlamalı.. Olup biten her şeyi, kendi alanımızda kalarak sorgulayalım. Lütfen, üstümüze vesayet almayalım!

Bu çerçevede, “ne yapmalı?”da, “nasıl bir edebiyat yapmalı?”ya dönüştürülebilir, rahatlıkla.. Olacaksa eğer, toplantılarımızın, hatta atölyelerimizin, öncelikli gündem maddesi, bu olsun! Savaşın, şiddetin, cinayetin, linçin, zulmün olmadığı bir dünyaya duyduğumuz inancı, hasreti, tercüme değil, asli yazımızla dile getirelim; barış içinde bir arada yaşama kültürünü tehdit eden her türlü girişime, insan hayatı ve insan onuru adına karşı çıkmanın, etik ve ahlaki olanaklarını çoğaltalım. Bu toplantılarda, estetik müdahalenin ipuçlarını ortaya çıkaralım. Ne tür yazılar, siyasal gündeme olumlu anlamda etki edebilir, örneğin, ortalama insanımızın şiddet algısını olumlu anlamda dönüştürebilir, bütün bunları ürün düzeyinde düşünelim ve en önemlisi, ortak paydalarımızı belirleyelim.

Dosya kapsamında, bağlı bulunduğum yazar örgütünün kamusal olana müdahale konusundaki yaklaşımını soruyorsunuz, şu ana kadarki çalışmalarını değerlendirmemi, gelecek için tasarılarını sunmamı, üstlendiği rolü anlatmamı istiyorsunuz. Sayfalarca belirttiklerim, Edebiyatçılar Derneği dahil tüm yazar örgütlenmeleri için, haydi haydi geçerlidir. Bu arada, yazar örgütünde siyasal tavır da arıyorsunuz ve bu arayışınızla, hep açık bir yaraya parmağınızı bastırıyorsunuz. Öyleyse, bir dokundunuz, bin işitin bakalım!

1100 üyelik bir birikime dayanan Edebiyatçılar Derneği’nde, çok geniş bir skalada, sol’un her çizgisinden –komünist’inden sosyal demokrat’ına, Kemalist’inden ulusalcı’sına, v. b.- üyemiz yer alıyor. Öncelikli sorun, tüm bu üyeleri, yukarda anlatmaya çalıştığım ortak paydada birleştirmek, daha alçakgönüllü yazarsak, bir arada tutmak.. Ortak payda için aradığımız değerlerin, öncelikle insan hayatı ve insan onuru olduğunu, yukarda ve burada, altını çizerek bir kez daha belirtiyorum. Bu değerlerin saldırı altında oluşu, yeterince ortak bir paydadır, kanısındayım.

Edebiyatçılar Derneği’nin, yaşanılan tarihe, yaşanılan topluma müdahale etmek anlamında bir işlevinin olduğu açık.. Ancak müdahale, kültürel, sanatsal, edebi bir “zemin”den yapılmalı; hiçbir fark ve ayrım ortaya koymadan, politik yapıların bilinen anlayışlarıyla, alışıldık yöntemleriyle, tercihli diliyle kendini ilişkilendirmesi beklenmemeli, bir yazar örgütünden.. Hepimize yakışan, öncelikle kendi varoluş alanımızı, gerektiği gibi tanımladığımız estetik/ideolojik bir tavırla, bağımsız bir çizgide “özgürleştirmek” olmalı.. Bu konuda üstlenilecek çabaların, uca bucağı görünmüyor.

Ancak, örgütlü veya örgütsüz her edebiyatçı, kendini sorunun bir parçası olarak görmeli.. Yoksa, örgüt yöneticilerinin üyeler adına sorumluluk almalarıyla, üyelerin bütününü kapsadığı varsayılan temsil yetenekleriyle, tüm bu sorunlar kısa vadede çözülmüyor, ne yazık ki..

Özgürlüklerimiz için bir örgüt ne kadar gerekli, ne denli sahip çıkıyoruz, ne ölçüde katkı sağlıyoruz? Yöneticilik hayatım, kısaca özetlemeye çalıştığım örgütlülük bilincini, dernek üyesi arkadaşlarla paylaşmak kaygısıyla geçip gidiyor. Halen, bir arpa boyu yol aldığımızı, açık yüreklilikle itiraf etmeliyim. Son dönemde, ilkin ve öncelikle, örgüt içi demokratik karar mekanizmalarına bir işlerlik kazandırmak çabası içindeyiz. Külfetli ama gerekli bir çaba.. Adına, her nasılsa “ortak” denilen kurumsal bir basın açıklaması yapmanın yolu yöntemi bile, tüm üyeleri konuyla ilgili bilgilendirmeyi gerektiriyor. Günümüzde, özellikle internet ortamında iletişim olanakları alabildiğine arttı, bu olanağı kullanmak açısından, çok ciddi bir çabamız var. Yaklaşık, 600 üyemizle, e-posta adresleri üzerinden günübirlik iletişim halindeyiz. Böylece, ivedilikle yapılması gereken basın duyurularının, işbilir yöneticiler eliyle kotarılmasının sakıncalarını üyelerimize açıklayabiliyoruz. Ortak paydayı, olabildiğince çok sayıda üyenin katılımıyla acilen oluşturmanın, başkaca bir usul ve erkanı, şimdilik yok! Temsil de, yetki de, örgüt içi demokratik karar mekanizmalarına bir “işlerlik” kazandırmakla olanaklı..Anlayacağınız, edebiyatçıların kamusal olana müdahalesi, öncelikle, edebiyatçıların kendilerine müdahalesiyle başlamalı.. İşte size, ikincil, üçüncül gündem maddeleri..

Bu yazı, her ne kadar, ”meli”, “malı, “dır, “dir” gibi kesinlikli bir üslupla yazıldığı izlenimi verse de, aslında, satır aralarında konuşmayı yeğledi; derdini, noktalama imleriyle vurgulamayı tercih etti. Umarım, bu çaba dikkate alınacaktır.

Bitirirken, bu metni, Edebiyatçılar Derneği genel başkanı kimliğimle, ama eleştirmen Gökhan Cengizhan olarak yazdığımı belirtmeliyim. Yarın, bir örgüt “yönetici”si olmayabilirim, ama hep bir “edebiyatçı” olarak kalacağım.