Yazmak üzerine yazmak
Semih Bulgur
Çizmek üzerine çok yazdım da yazmak üzerine yazmak ilk kez... Yazar çizerlik hep paralel şeyler gibi düşünülür. Gerçekten de birbirini tamamlayan ve geliştiren şeylerdir.
Çizerken fırçanız, kaleminiz konuşur, cam gibi gözler, kalem gibi kaşlar, sütun gibi bacaklar, dev gibi dağlar, orman gibi kalabalıklar can bulur fırçanızın ucunda.
Ruhunuz, bedeniniz ve beyniniz beyaz bir kağıdın üstünde, kara bir kalemin ucundadır.
Acı, tatlı, iyi, kötü, nefret, merhamet, öfke, sevgi, meydan okuyuş, büzülüşte yok oluş, dim dik durup var oluş hepsi korkusuz sallanan bir fırçanın ucunda mürekkep damlasıdır.
Diyemediğinizi deyip, en azılı düşmanları yenip, zafer türküleri çizersiniz. Tuval’in arkası diktatör ve terminatör firavunlar tarafından sarılmış olsa da demokrasi çizgidedir.
Ezilen için büzülen için haksızlıklara ve zulümlere karşı vurulur fırça darbeleri. Sonunda ağrısıyla sızısıyla eseriniz karşınızdadır. Bir tebessüm ve sanatın ferağlığında nefes almak, size ufak bir ödül olur.
Yazarken kelimeler boyanız, cümleler fırçanız olur. Nakış nakış, boncuk boncuk dizersiniz satırlara rengarenk kelimeleri. Yazmak yada çizmek hepsi esnetik kaygısı taşır, biri görsel biri de edebi.
Yazarken ufak punto harflerin ördüğü kelimeler öyle bir desen alır ki en büyük tablo, en büyük çizer kıskanır. Ve bu heyecanlı ve tehlikeli yolculuktan sonra çıkan eserler, öyle etkili olabilir ki yüzyıllar sonra bile okunup anılabilirsiniz.
Yada yazdıklarınız yüzünden hakkınızda ölüm fermanı çıkarılır veya bütün kapılar yüzünüze kapanır… Kimilerine göre boş şeyler olarak görülen kalem ve fırça böylesine güçlüdür işte.
Fırçamızın ve satırlarımızın güzele, doğruya ve umut dolu yollara akması dileği ile.
Ramazan da yaklaşmışken bir yazar çizer duası yapalım.
Allah’ım ilmimizi ve sanatımızı arttır ki hayıra ve barışa yönelik işler yapalım. Allah’ım sen bize güç ver ki doğruyu yazalım güzeli çizelim.
Senin her şeye gücün yeter.
www.semihbulgur.com
GÖKHAN CENGİZHAN
Ulus heykel
Nasıl dokundu, omzumda bir el !
Alıp taşıdı beni, çocukluğumuzun sokağına.
Onunla, yeniden sancır gibi bir yalnızlık.
Onunla, kuru bir yazda harlanan içimdeki köz.
Onunla, bugünden kaçış, olmayan bir zamana.
Onunla, fiskos bile değil, birkaç acı sözcük.
Sen, tütün çiğne, öyle oku bu şiiri.
Bana, sızın aksın incir yapraklarından.
O yokken kayboldum, evvel zaman içinde.
O varken yürüyorum, görünmez ufku yol sanarak.
Göğsüme oturan yumruk, kalbime dolanan sarmaşık.
Hiçbir şeyim, ama öksüzüm!
Omzumda eskisin elin..
22 Ağustos 2008, Cuma
BİR ŞAİR BİR KİŞİLİK VE BİR SOSYALİST OLARAK ŞAİR İLHAN KARAMAN’I TANIMLAMA
hüseyin avni cinozoğlu
İlhan Karaman ölümü çok düşünmezdi. Yani ölüm karşısında endişe duyan biri değildi.
Ama hayatı çok ciddiye alır , hayatı değerli bulur ve hayatı severdi
İlk şiiri Karabük’te yayımlanan YÖRE dergisinde yayımlandı.Adı.TÜRKÜ GİBİ. 1980 yılı olmalı
İçselleştirdiği adalet ve doğruluk ilkeleri eylemlerinde gözettiği temel ilkelerdi.Güzel bir dünya ve güzel, aydınlık bir Türkiye istiyordu.
Ucuz kahramanlıklara prim vermezdi ama korkusuz biriydi.
Akıllıydı
Bir şair olmak önemli mi…Elbette. Ama bir şair olmadan önce örnek bir aile reisi olmak. Bu daha önemli.
Birbirinden güzel dört meri kekliği vardı:
DERYA DENİZ ÇAĞLAR HAVVA
Çocukları çok severdi.
Neslihan Çiçeği de
Onun Laz inadı açıkçası hoşuma giderdi.
Büyük bir insandı.
“ Bu dünyada onurlu bir hayat önemlidir” tamı tamına bu sözü ondan duydum.
İlhan abi seni tanımak çok güzeldi.
Fotoğrafına bakan bakışındaki güzelliğin sana çok yakıştığını hemen anlayacaktır
Bir şaire benzetsem; Nazım Hikmet sevgine rağmen Ceyhun Atuf Kansu’ya benzerdin daha çok.
Şimdi Hopa’da Karadeniz den yankılanan dalgaların sesleri, üzerinde yıldızlarla dolu bir sema.
Ne varsa yüreğimizde!
BENİM BİR ANNEM OLSAYDI TUNA'YA BENZERDİ
Leyla Şahin
benim bir annem olsaydı tuna'ya benzerdi
akardı bir şehrin kalbini ikiye bölüp
bir çalgı olsaydı
mutlaka kırık bir çalgı: akordeon
şiirim işte! açılıp kapanan yara
ceviz yeşili zaman
kuşlar toplanır akşam olunca
örttüm yaralarını taze kaldı zaman
ayrılık ayrılıkla gezer
kavuşmanın derin yüzleri
bir elinde kalem bir elinde orman
yan yana durduk bir zaman
siyah günler içinde
siyah günler içinde bir geyik sürüsü
ama bir geyik sürüsü
ormanın annesi ay
yırtıp alevden sesini
aşkların dağından bir nehir olup akar
akar kalbim gibi bir şehir
sulara sarılarak
benim bir annem olsaydı tuna'ya benzerdi
akardı bir şehrin kalbini ikiye bölüp
bir çalgı olsaydı
mutlaka kırık bir çalgı: akordeon
şiirim işte! açılıp kapanan yara
Şiirin İlkeleri
Özkan Mert
1.
“ ŞAİRİN GÖZLÜKLERİ SÖZCÜKLERDİR.”
Şairlik sürekli bir iştir.
Günde beş saat şairlik olmaz.
Cemal Süreya: “Ben günde 24 saat şiir düşünürüm” derken bunu anlatmak istedi.
Şair günde 24 saat dünyaya şair olarak bakar.
Günde 5 saatlik avukatlık, 6 saatlik mühendislik, 10 saatlik öğretmenlik, 3 saat kabzımallık olur,
ama şairlik olmaz.
Ne olursanız olun, ne yaparsanız yapın, günde 24 saat dünyaya şair olarak bakacaksınız.
Ama otobüsten, balkondan, trenden değil, sözcüklerin içinden bakacaksınız.
Şair,dünyayı sözcüklerle gören insandır.
Çünkü şairin gözlükleri sözcüklerdir.
2.
“ŞİİRDE İLK DİZE TANRIDANDIR.”
Şairle sözcüklerin düellosunda, şair şiirden hızlı davranıp, ilk kurşunda bir kaç sözcük vurabilir.
Hatta bir dize bile yakalayabilir.
Bu çok önemlidir, çünkü şiirin belki de kılavuz dizesidir.
Kılavuz dize bir trenin lokomotifidir, arkasındaki vagonları (sözcükleri) çekip götürebilir.
Şiirin mimari yapısının oluşmasında çok önemli bir rol oynar.
Paul Valery’e göre “İlk dize tanrıdandır.’’
Neden ilk dize tanrıdandır?
Çünkü bir kaosun içinden çıkar ve kaosun ilk örgütlü birimidir.
Fakat bu tanrısal dize (ki ben buna kılavuz dize diyorum) yanıltıcı da olabilir.
Şiir bu dize ile şairin önüne ilk yemi atmış olabilir.
Şairin bu dize ile ne yapabileceğini dener.
Şair ilk dizeyi bilmez. Yalnızca sezer.
3.
‘’BEN ŞİİRİ ÇOK SEVİYORUM...’’
Evet! Şiiri çok seviyorsunuz
ama şiiri sevmek başka şey, şiir yazmak başka şeydir.
Şiiri çok sevmeniz, size iyi şiir yazma olanağını ve garantisini vermez.
Ben jet uçağıyla uçmayı çok seviyorum ama pilot değilim.
Kalp sözcüğünü çok seviyorum ama by-pass ameliyatı yapamam.
Şiir yazmak, jet uçağını kullanmaktan yada by-pass ameliyat yapmaktan daha mı kolay ?
Şiir yazma konusundaki bu kolaycılık anlayışı nereden geliyor ?
Ülkemizin kültüründe mi böyle bir sakatlık var?
Sanıyorum bu anlayışın kökünde, Türkiye’de, kötü şiir yazarak da ‘Ünlü Şair’ olunabileceği düşüncesi yatıyor. Bunun da yüzlerce örneği var.
Ama Türkiye’de bu şairlerin sabun köpükleri gibi yokolup gittiğini görmediniz mi?
Türk edebiyatı şiir mezarlıklarıyla doludur.
Internet bu işe yeni bir boyut kattı: Kağıt mezarlıkların yanında elektronik mezarlıklar oluşturdu.
Ama edebiyatın en güzel yanı kötüyü temizlemesidir
İşin olumlu yanı da var tabii;
kötü şairler olmasa iyi şairler olmazdı.
Kötü olmasa, iyi olmazdı.
Çirkin olmasa, güzel olmazdı.
4.
“ŞİİR NE ANLATIR?”
Hangi konuda yazıyorsunuz?
Bu soruyla karşılaşmayan şair var mıdır?
Ne zaman bu soru sorulsa bana elim ayağım tutulur. Ne cevap vereceğimi bilemem
Bir duvar ustasına eliyle ne iş yaptığını sorsanız ne yanıt alırsınız ?
Bu soru, soruyu soranın konumunu hemen belirler; şiire,edebiyata uzaktan bakan bir kişidir.
Çünkü şiirin konusu yoktur, kendisi vardır.
İdeolojisi de kendisidir, konusu da... hayatın içinde yer alan her şey, canlılar, doğa, evren, yıldızlar... Şiirin coğrafyası hayattır.
Küçük bir anı; Ölümünde çok kısa bir önce Cemal Süreya ile İstanbul’da Cağaloğlu’nda bir meyhanede içiyoruz, şiir ve hayat üzerine konuşuyoruz.
1969 yılında ANT dergisinde yayınlanan ‘60 Şiir kuşağı manifestosunda’ Cemal Süreya’yı en fazla eleştiren şair bendim.
Ateşin içinde yaşanan 60’lı yıllarda, ikinci yeni akımını toplumsal duyarsızlıkla eleştiriyorduk.
‘Cemal’, dedim. ‘Seni ben fazla mı eleştirdim?’
‘Yok,’ dedi. ‘Sen haklıydın. Şairler, kuşaklar dövüşe dövüşe gelişirler.’
5.
“ŞİİR YALNIZ ANLATTIKLARIYLA DEĞİL, ANLATMADIKLARIYLA DA VARDIR.”
Bir şiir asla anlattığı kadar değildir.
İyi şiir, alt bilinciyle de okura ulaşır ve okura seçme özgürlüğü verir.
Okuru bilmediği bir dünyaya fırlatır.
Onu kendi yaşamına ve dünyaya açılandırır.
Okur bir şiiri, neden şairin istediği gibi anlasın?
Anlarsa o şiir durağan, statik bir şiir olur.
Bu açıdan bakınca şairleri iki bölüme ayırabiliriz :
Okuru şiire katan, okurunun şiiriyle bütünleşmesini sağlayan şairler ve okurunu şiiriyle sınırlayan şairler.
Bence okur, şiiri her okuduğunda yeni şeyler bulmalıdır. Heyecan duymalıdır.
Şiirin bilinçaltı: sözcüklerin yanma noktaları arasındaki alanlarda söylenmeyen fakat beynimize ve kalbimize akıtılan kızgın eriyikleridir.Okur bunu, şiiri okurken anlamaz.
Yazılmayan, çağrıştırılan sözcüklerdir. Yazılan sözcüklerin uçurumlarıdır.
Okuru heyecanlandıran işte bu uçurumlardır. Bazen de sözcüklerin arasındaki sessizliktir.
Uçurumlarla sessizlik arasında bir yolculuk...
Klasik müziği ve caz şarkılarını düşünün.
Onları var eden: melodiler arasındaki sessizlikler değil midir?
Bu sessizliği çıkarırsanız, melodiler, trafik kazasında birbirinin üzerine binen arabalara benzer.
Şiirde, sözcükler aralarındaki suskunlukla donanmıştır
Bu suskunluklar şiirin nefes aldığı deliklerdir.
Sessizlik şiirin solunum organıdır.
Şiirin yaşam süresini belirler.
Kısaca, şair,anlattıklarının dışında,anlatmadıklarını okurun bilincine akıtan insandır.
6.
“HER ŞİİR BİLİNMEYEN ADRESE GÖNDERİLMİŞ BİR MEKTUPTUR.”
Biten her iyi şiir bilinmeyen bir adrese postalanmış bir mektuptur.
Adresini kendi bulur. Hızını kendi tayin eder.
Bakarsınız yazdığınız bir şiir bir yerlere takılır kalır, bir diğeri adresini bulur.
Hiç tanımadığınız yerde hiç tanımadığınız insanların elinde dolaşır, onların hayatına ortak olur.
İstanbul’da düzenlenen bir söyleşi ve şiir saatinde, bir devrimci:
‘Hocam!’ dedi. ‘ Sizin şiirleriniz beni hapishanede ayakta tuttu, bana direnç verdi.
Şiirlerinizi okumasaydım şu anda hayatta olmayacaktım.’
O an ağlamamak için kendimi zor tuttum.
Şair olarak yaşadığım en mutlu ve en sevinçli anlardan biriydi.
İzmit’te, Süleyman Demirel Kültür merkezinde benim için düzenlenen bir şiir gününde, üniversiteli genç bir kız: ‘Hocam! Diren! Ey Kalbim’i okur musunuz?’’ diye sordu.
Şaşırdım. 20 yaşında bir öğrencinin, 40 yıl önce yazdığım şiiri dinlemek istemesi şaşırttı beni.
Ben bu şiiri yazdığım zaman, o daha doğmamıştı.
Anladım ki, 68 olayları içinde yazılan bu şiir, bu gün de aynı tazelikte ve güncellikte.
Umarım,bu öğrencinin çocuğu da, bir gün aynı şiiri dinlemek ister.
Benim sesim dünyada olmayacağı için, yaşayan başka bir sesten...
Bence, bir şairin hiç tanımadığı insanların hayatına olumlu yönde ortak olması, onlara sevinç, direnç ve yaşama sevinci taşıması, aşılaması, şairliğin en güzel yanı.
Bazen bir şair, bazı şiirlerinin önemini okurlarından öğrenir.
Çok önemli çok iyi bulduğunuz bir şiir değil de, başka bir şiiriniz insanlara ulaşır.
Bu da, şiirin, şairden ayrı,kendi yaşamı olduğunun ispatıdır.
7.
“ŞAİR OLUNUR MU?”
Şair olunmaz. Şair, şair olduğunu bilmez. Şairliğini sonradan anlar.
Artık şiirden başka bir şeyi seçme özgürlüğü yoktur.
Şairden başka herkesin şair olduğunu söyleme hakkı vardır.
Bir kelebeğin kelebek olduğunu söylemesi ne kadar gereksizse, bir şairin şair olduğunu söylemesi o kadar gereksiz ve anlamsızdır.
Herşey olabilirsiniz: Başbakan, doktor, avukat, mühendis vb. Herşey olunur.
Ama şair olamazsınız.
Çünkü şairlik olunacak bir şey değildir.
Şairlik insanın çocukluğundan başlayıp tüm yaşamı boyunca varolan kaosun dilsel ateşlenişinin yansımasıdır.
Denizin dibindeki midye içine kaçan yabancı bir maddeyi dışarı atmak için yıllarca çaba verir. Bunu yaparken o maddenin üzerini kat kat salgılar. İşte yıllarca süren bu yoğun işçiliğin sonucu inci tanesi oluşur.
Burada şunu kaçırmayın: Midyenin, inciyi yaratışı, bilinçli bir seçim değil, doğal ve kendiliğinden bir oluşumdur.
Önkoşullarını düşünün: Önce deniz dibi gerekli, sonra midye olacaksınız,
İçinize kum taneciği kaçacak, sonra bunu salgılayacak salgınız olacak ve sonra bundan pislik değil, inci oluşacak.Oluşan incinin şekli de pürüzsüz yuvarlak ve parlak olacak.
İşte gerçek şairler bu süreci bilmeden yaşayıp, sonradan farkına varan Ve bu süreci yeni oluşumlarla sürdürmesini bilen insanlardır.
Şairliğin mektebi yok mu? Var elbet.Bu mekteplerde şiirin ne olup olmadığını öğrenebilirsiniz.
Ama bu mekteplerde öğretilmeyen, öğretilmesi mümkün olmayan tek şey vardır; Yaratıcılık.
Küçük bir öykü: Polanya’nın Lodz kentinde dünyanın en önemli sinema okullarından biri vardır. Bu okuldan Roman Polansky gibi büyük yönetmenler yetişmiştir. Okulu ziyarete gelen gazeteci okulun müdürüne sorar:
-Bu okuldan büyük yönetmenler çıkıyor. Okulunuz çok önemli bir okul olmalı.’
‘Hayır,’ der müdür.’ Büyük olan okul değil, gelen öğrenciler. Biz yalnızca, bize gelen gençlere, onların dahi olduğunu gösterdik, kendileri bilmiyorlardı.’
Ama herkes dahi değildir.
Şunu söylemek istiyorum; Edebiyatı, şiiri, sanatı seviyorsunuz.
Ne güzel,sevin! Bu okullara gidin, bilginizi, donanımınızı arttırın, diplomalar alın. Asın duvara.
Ama şiiri sevmenizi, iyi şiir yazacağınızın asla bir garantisi olamaz.
Hiç bir okul sizi sanatçı yapamaz. Çünkü yaratıcılık öğretilemez.
Evet! Şair olunur mu? diye sormuştuk.
Bence olunmaz. Şair, şair olduğunu sonradan öğrenir. Şairler gittikleri yolda büyük olduklarını öğrenirler. Büyük şiirler, şairlerini uçurumda beklerler. Hiç bir güzelliğin ve yaratıcılığın kendini ispata ihtiyacı yoktur. Bir kuş sesinin, güzelliğini ispata ihtiyacı yoktur.
8.
“ŞAİRİN HEDEFİ NEDİR?”
Şairin hedefi yoktur. Yalnızca şiiriyle geçtiği ve geçeceği duraklar vardır.
Çünkü şiir sonsuzdur.
En çok bildiğimizi sandığımız bir anda en bilmediğimiz şeydir.
Şair, şiirin bu sonsuz yolculuğunda, çok kısa bir süre yol arkadaşlığı yapar şiire.
Şair, yazarak öğrenir. Şair, şiir yazarak bir tanıdık arar dünyada.
Herkesi birbirinin tanıdığı yapar: Birbirlerini düşman sanıp,birbirlerini öldürmesinler diye.
9.
“ŞAİRLER ŞİİRİ BİLMEZ.”
Bilselerdi şiir yazmazlardı.
İyi şairlerle kötü şairlerin arasındaki en önemli farklardan biri budur.
İyi şairler şiiri bilmediklerini bilirler. Kötü şairler de bildiklerini sanırlar.
Şiirin bilinmezliğini ve gizemini bilmek iyi şiire giden yolu açar.
Şairlerin şiir üzerine düşünceleri de, kendilerince, “Şiirin nasıl olması gerektiği’’ne ilişkin olduğu için, şiirle fazla bir ilişkisi yoktur. Özel, bireysel düşünceleridir. Şiir, şairlerin, şiir üzerine düşüncelerini asla ciddiye almaz.
Şairler şiiri bilmez, sezer yalnızca.
10.
“BÜYÜK ŞİİR VAR MIDIR?”
Vardır elbet. Büyük şiirin olmadığını söyleyenler küçük şiir- yazarlardır.
Çünkü onların şiirini açığa çıkarır, kızağa çeker.
Bu yüzden büyük şiiri en iyi tanıyanlar da onlardır. Büyük şiir mi istiyorsunuz ?
Yüzlerce sayabilirim size.
İlhan Berk’ten, büyükten öte dev bir dize :
“Ben gidiyorum, ölüme, o büyük tümceye çalışacağım”
Ya Yasenin’in şu şiirine ne diyorsunuz :
“Şu yaşamda yeni bir şey değil ölmek
Ama o kadar yeni sayılmaz yaşamak da.’’
Ölüm ve yaşam ne kadar yalın ve büyük bir şekilde anlatılıyor.
Zaten büyük şiirlerde bu özellik vardır: Herkesin kolayca yazacağını sandığı ve asla yazamayacağı şiirlerdir.
Yalınlıkları, insan ve dünya kaosunun içinden süzülerek gelişlerindendir.
Kumsallarda, milyonlarca yıldır dalgalarla boğuşarak yalınlaşan taşlardır.
İçlerinde mikrokosmosu taşırlar.
11.
“HEPİMİZ ŞAİRİZ.”
‘’Hepimize ilham perileri geliyor, bir şeyler yazıyoruz. Bunun kötü yanı var mı?’’
Hayır, Yok! Yazın! Bu sizin bileceğiniz bir şey.
Çok dertliyseniz gidip bir meyhaneye bir büyük rakı da devirebilirsiniz.
Masanızdaki dostlarınıza sabaha kadar hayatınızı anlatabilirsiniz.
Ama şiirlerinizle okurları esir almaya ne hakkınız var ?
Şiir bir dert dökme makinası mıdır?
Şiirin bir ‘’RUH TEMİZLEME KLİNİĞİ’’ olduğunu kim söyledi size?
12.
“OKUMAK YA DA OKUMAMAK.”
Bir İsveçliye: ‘’Yazdığın bu şiir iyi değil’’ deyin, hiç alınmadan sizinle tartışır.
Sizden bu konuda bir şeyler öğrenmeye çalışır.
Türkiye’de birine bunu söylerseniz ne olur? Asla kabul etmez, belki de sizi vurur. Neden ?
Çünkü : Türkiye’de şiir, ‘’İyi’’ ve ‘’Kötü’’ kavramlarının içinde yer almaz .
O! Herkesin yapabildiği bir şeydir. Ciddi bir iş değildir. Özel bir bilgi ve çabayı gerektirmez.
(İşin ilginç yanı, böyle düşünenler yalnız ‘’sokaktaki insan’’lar değil, aydınlar, entelektüeller de bu görüşte.) Dergileri dolduran şiirlere bakın lütfen! Anlayacaksınız.
Çünkü : Türkiye, nüfusuna göre, okuma oranının dünyada en düşük olduğu ülkelerden biridir.
Neden İsveç’te bu iş Türkiye’deki gibi değildir.
Çünkü : İsveç, dünyada okuma oranının en yüksek olduğu ülkedir.
Okuyan insan şiir yazmaya korkar. Bu kadar basit mi bunun cevabı diyeceksiniz. Galiba.
13.
“KİM İZİN VERDİ SİZE?”
Nobel Edebiyat ödülü alan Josef Brodsky, Stalin döneminde şiir yazdığı için tutuklanır mahkeme önüne çıkarılır. Hakim sorar:
-Adınız
-Josef Brodsky
-Mesleğiniz
-Şair
Hakim ters ters bakar ve sert bir sesle;
-Kim izin verdi size şiir yazmanız için?, der.
Yeryüzündeki tüm iktidarların ortak görüşüdür bu.
Bu yüzden şiir tüm iktidarlara karşıdır.
14.
“ŞİİR BİR KÜFÜR KADAR BERRAK OLMALIDIR.”
Bir şiir ilk okunduğu anda anlaşılmalı ve arkasında berrak resimler bırakmalıdır.
Okur, şiirin dili nedeniyle zorlanmamalıdır. Dil, şiirde, okuru güzel bir bahçeye ulaştıran güzel bir yol olmalıdır. Ama bu berraklık şiirin içeriğindeki yoğunluk ve zenginlikten kaynaklanıyorsa, bunu anlamak okurun işidir.
Birgün İstanbul’da, İstiklal caddesinin girişinde sandöviç satan bir dükkanda oturmuş sandöviç yiyordum. Dükkanın cam pencerelerinin önünde çeşit çeşit nefis sandöviçler dizili.
Yedi sekiz yaşlarında perişan kılıklı bir sokak çocuğu (kız) pencerenin önünde durdu, sandöviçlere baktı. Dükkanda çalışanlarda biri, müşterileri kaçırmasın diye kızı kovdu. Kovulan kız bir süre sonra yeniden geldi ve sandöviçlere bakmaya devam etti. Bu durum bir kaç kez devam etti. Kız gene geldi ve arkasında sandöviçlerin dizildiği cam pencereye tükürdü. Kocaman bir tükrük fırlattı ve kaçtı.
Bu tükrüğün içinde her şey vardı: Açlık, nefret, öfke, direnç...
Ve bu tükrük çok açıktı, netti, berraktı, kocamandı, güçlüydü...
İşte, dedim kendi kendime. Bir şiir böyle olmalı.
Bu tükrük gibi şiir yazmaya çalıştım.
BİR MAVİ ADAM: NACİ GİRGİNSOY*
İlkay Noylan
Çevre kirliliğinin artık yaşamsal faaliyetleri tehdit eder hale geldiği; ‘iletişim’ sözcüğünün yalnızca seminerlerde, konferanslarda dile getirildiği ama uygulama aşamasında çoğunlukla ötelendiği, içinin boşaltıldığı; giderek her şeyin makineleştiği, insan ilişkilerinin bile tuşlar, elektronik posta kutuları arasına sıkıştığı bir dünya. Yollarda yürüyen insanların artık gülümsemediği, aynada bile kendine düşmanca baktığı; suni mekânların, suni mutlulukların, suni yaşamların yaratıldığı bir dünya. Yaşam karşısındaki duruşu, farklı algılayış ve bakış açısı; içindeki doğa, canlı, insan, yaşam sevgisiyle, tükenmez hoşgörüsüyle dünyaya izini bırakmış bir mavi adam. Vazifelerin en güzeli: Yaşamak görevini yerine getiren kahramanın yazarı, her öyküsünde maviye, doğaya, umuda, emeğe saygıya, insan olmaya vurgu yapan bir mavi adamı ve onun öykü yazarlığını tanıtmak istiyorum sizlere.
Naci Girginsoy 1924 yılında Yunanistan Kesriye’de doğdu. 26 Haziran 1982’de yitirdiğimiz yazarın, öykü ve yazıları en çok Varlık Dergisinde yayınlandı. Naci Girginsoy çocukluğunda, eve alınan yiyeceklerin kese kâğıtlarını açıp okuyacak kadar sevdalıdır edebiyata. Gazete kâğıdından yapılan kese kâğıtlarının eksik yerlerini tamamlarken yazar olmaya karar verir. Mavinin Ölümü, Gençlik Çıkmazı, İpek Böceği, Ünlü Yazarlar Nasıl Yazıyorlar kitaplarını kaleme alır. Seka Posta Gazetesi’nde 25 yıl Yayın Müdürlüğü yapmıştır Naci Girginsoy. Kaynak, Varlık gibi dergilerde yazmış. Behçet Necatigil'in 'Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü'nde yer almış. Varlık Eleştiri (1954), Türk Hava Kurumu Makale (1959), Tercüman (1966) ve Son Havadis (1973) öykü yarışmalarında birincilik ödülleri kazanmıştır. Ayrıca Akbaba Dergisi Yusuf Ziya Ortaç Gülmece Öyküsü Yarışmasında (1981) mansiyon almıştır.
İçindeki sonsuz insan sevgisi “Kimsesiz, bırakılmış çocuklara sahip çıkacağım. Çekip alacağım çocuk gözlerindeki kapkara bulutu.” diyecek size ‘Uzakta Bir Bebek’ öyküsünün içinden. Devrik cümlelerle oluşturulan kurallı bir yaşamın izlerini süreriz “dışarısı” öyküsünde. Evin içindeki durağan yaşam ve onun korunaklıymış gibi görünen ama çok yıpratan “içeride” olma haliyle; akıp giden hayata karışan, onun tüm nimetlerinden yararlanan “dışarıda” yaşayanların gözle görülmez çarpışması; iç – dış karşıtlığı vurucu şekilde çıkıyor karşımıza bu öyküde. İç – dış karşıtlığı hem mekânsal açıdan hem psikolojik açıdan hem de cinsiyet ayrımcılığı şeklinde vurgulanmıştır. Kadın kahramanların istekleri, özlemleri, hissettikleri farklı da olsa, dışarıya yansıttıkları apayrıdır.
Çocuklarla yüksek empati kurma gücü olan anlatıcı, dolaylı yoldan büyükleri de uyarıyor: Toplumun küçükleri bastırma dogmasını yıkın. Herkes içinde bulunduğu anı doyasıya yaşasın. Zaten elimizde bulunan tek olanağın, ‘anı yaşamanın’ önemini vurgulayan cümleleri diğer öykülerde de sıkça okuyacağız. Büyükler tarafından bunca bastırılmış bir çocuğun / çocukluğun dışa vurulamayan aynı zamanda da sindirilemeyen yanının sessiz isyanını şu satırlarda okuruz: “hey, koşun, zıplayın biraz; içinizden geçeni yapın! Top oynayın. Gezin. Gerekirse döğüşün. Güreşin. Üstünüz kirlenirmiş, aldırmayın. Anneniz, babanız söylenecekmiş, dövecekmiş. Olsun. Çocuk olduğunuzu unutmayın. Büyüklere de, davranışlarınızla anımsatın. Aman, çabucak büyümeyin. Sizi çabucak büyütmek istiyorlar, başınızı derde sokmak istiyorlar. Kanmayın. Ben büyüdüğümde şöyle olacağım, böyle olacağım; şunu yapacağım, bunu yapacağım, dedirtiyorlar. Aldanmayın. Büyüdüğünüzde özgür olacağınızı söylüyorlar. İnanmayın. Bırakın büyümeyi, yarın’ı bir yana, bugün’e, şimdi’ye bakın, çocukluğunuzu yaşayın!” Kuşak çatışması her dönemde varlığını koruyan bir engeldir. Birey, çocukluktan çıksa bile hayatı boyunca özgür olamayacak çünkü her zaman için kendisini baskılayacak diğer insanlar, toplumsal normlar, kurallar, kurallar, kurallar olacak. Devlet Demir Yollarında görevli, yeni evli gece nöbetçisinden nöbetini devralmak üzere hazırlanırken birdenbire aynada kendini gören ve ne kadar yaşlandığını fark eden “Dışarıda Bahar Vardı” öyküsünün ana karakteri, karşı gelecektir yetişkinlerin kurallarına: “Yolumu gözleyen gece nöbetçisi dost, bağışla beni!” diyerek nöbetini devralmayacak, üç gün boyunca haber vermeksizin işe gitmeyecek, bahar günlerinin tadını çıkaracaktır.
Aile arasında olsa da zamanla ilişkilerdeki yozlaşmanın kişilere karşı hitapları etkilediğine tanık oluyoruz; ev içinde her türlü sorumluluğu yüklenmiş ablaya saygılı “abla” hitabından küçümser “kız” seslenişine geçerken ev halkı. Tüm umutsuzluğa, işlenen konunun toplumsal aşinalık, yerleşiklik hatta toplum bilincine kazınmışlığına rağmen insana umut ve yaşama sevinci aşılayan bir yazarla karşı karşıyayız. Adeta kaleminin ucundaki sihirle, okurun yaşam sevincini açığa çıkaran, ayrıntıda kalmış güzellikleri gözler önüne seren, insanların yüzünün gülmesinden, eşitliğinden yana olan Naci Girginsoy, öykülerinde insanı temel alıyor. İnsandan çıkıyor yola, dönüyor, dolaşıyor yine insana ulaşıyor. İnsanın her türlü duygu patlaması, çaresizliği, yardımseverliği, çalışkanlığı, anlaşmazlıkları, çatışmaları, hayata tutunamayışı, başarıları, başarısızlığı, isyanı, kayıtsızlığı, anlayışsızlığı, umudu öykülerde yer alır. Doğa başlı başına bir vurgu konusudur. Topraktan ve onun verimliliğinden, cömertliğinden uzaklaşmanın topumun duyarlı alanlarına indirdiği darbe; kendini en çok insanlar arası dayanışma, yardımlaşma, gönül birliği, dostluk duygularında gösteriyor “Mavinin Ölümü”nde. Yozlaşan, sığlaşan ve bir süre sonra insanlar arasına duvarlar ören ilişkiler o denli yatay bir dille anlatılıyor ki bunları kanıksamışlığımıza şaşırıyoruz. Balyoz gibi iniyor okurun zihnine, yüreğine ironi. İroninin tüm olanakları kullanılıyor. Kızlara söyleniyor can alıcı noktalar ama gelinlerin de hiç üzerine alındığı yok.
Doğanın tahrip edilmesi, sanayileşmenin insan hayatındaki olumsuz etkileri, giderek birbirine yabancılaşan aile bireyleri, ilişkiler ve bunların olası sonuçlarını işliyor Naci Girginsoy. Doğaya âşık bir yazar. Her öyküsünde maviye bir vurgu var. Olağan düşünce kalıplarının dışına taşıyor okuru, sonra aniden aslında olağan olanı anlattığını sezdiriyor. En karamsar, umutsuz başlayan öykünün sonunda bir aydınlık, bir mutluluk yerleştiriveriyor içimize yazar, tüm sıcaklığıyla. “Bizim savaşımız, kara’lara karşı çıkmak olmalı, diye düşünüyorum. Aklar, maviler, yeşiller, çoğunluğu kazansın. Pırıl pırıl aydınlık günler doldursun hayatımızı. İnsanlar çalışsın. İnsanlar gülsün. İnsanlar yaşasın.” dedirtiyor öykü kahramanına. Bir diğer öyküde şu sözler yazarın hayat felsefesini, aynı zamanda ‘insan’ olmanın özetini veriyor bize: “Hayat, yaşanması gereken, taşımaya zorunlu olduğumuz bir yük olmaktan çıksın, yaşamaya değer, büyülü bir sevinç olsun. Elimi kırmızı kiremitler üstünde gezdiriyor, tümüne çalışkanlık, yiğitlik, doğruluk, iyilik, sevgi yağdırıyorum. Sabah uyandıklarında daha mutlu olacaklar. Önce taze bir güne gülümsemekle başlamayı öğrenecekler. Sonra, isteyerek, severek çalışmayı. Doğru olmayı, dürüst ve yiğit davranmayı. Kimseyi aldatmamayı. Kimseye kötülük etmemeyi. Kimseyi kıskanmamayı… Giderek kahveler, ucuz meyhaneler, o zamanı yiyen kötümser izbeler, yerlerini temiz, ışıklı, neş’eli salonlara bıraksın. Daha çok tiyatro, daha çok konser salonu, daha çok spor salonu, daha çok kitaplık, park yapılsın. Kalabalık, şaşkın, kararsız akmasın şehrin caddelerinden.” Bir ütopya mı? Bunca kurulmuş güzel hayalin gerçekleşmesi; benliğinden, çıkarlarından başka bir yere odaklanamayan insanoğlu için mümkün müdür? Naci Girginsoy’un öykülerini okudukça neden olmasın diyor insan, neden gerçek olmasın ütopya? Gerçekleştiğini görmek istiyor.
Dürüst, ülke meselelerine duyarlı, okuyan, çalışkan, genellikle olumlu özelliklere sahip insanlar Girginsoy’un öykü karakterleri. Duru bir dille, büyük bir Türkçe hâkimiyetiyle yazılmış öyküler. Yazarın; çetrefilli, ağdalı, anlamayı zorlaştırıcı ifadelerden tamamen uzak yalın bir anlatım dili vardır. Kısa cümleler kuruyor çoğunlukla. Yeri geldiğinde uzatıyor cümlelerini ama asla sıkıcı okumaya yol açmadan. Kendine özgü söyleyiş biçimiyle kullandığı sözcükler anlatımını zenginleştiriyor. Sessiz, suskun anlamında susuk diyor; sedyeye yatak araba; buruşan dostluklar…
Öykülerin tamamında görsellik hakim. Atmosfer canlanıveriyor okuyucunun gözünde. Okurun dikkatini dağıtacak, onu öyküden uzaklaştıracak tek bir sözcük yok öykülerde. Damıtılarak yazılmışlar. Deniz, gökyüzü, fabrikalar, testiler, küpler, Haydarpaşa Garı öykülerde kişileştirilmiş. Yazının tüm olanaklarından yararlanan bir yazarla karşı karşıyayız. Anlatı dilinin, kullanılan zamanın zenginliği okuru kitaba bağlıyor. Kimi öykü on beş yaşındaki gencin ağzından bir mektup oluyor bizi mahremiyetine alıyor. Kimi de Selim Tez’inki gibi günlük olup defter sayfalarında gezdiriyor tarihe de tanıklık yaptırarak.
Tüm öykülerde çok büyük bir toplumsal duyarlılık ve bilinç vardır. Halkın geçim sıkıntılarına sıklıkla vurgu yapılır. Halkı kandıranların, sömürenlerin eleştirisi yapılır; ince bir dille, dokundurarak. Silindir şapkalı büyükler hep aynı, değişmez ve bir türlü gelişmez vaadi tekrarlar dururlar: Yarınlar güzel olacak! Güzel Yarınlar Yakın, öyküsünde Selim Tez de aynı kandırmacaya yürekten inanarak tüketmiştir yaşamını. Taşlamaların güzel örneklerini okuruz Mavinin Ölümünde. Bir toplumun, bir dönemin genel görünümünü değil, geniş bir zamana yayılmış alışkanlıkların, her türlü sömürünün, haksızlıkların, yerleşik yanlışların işaret edildiği tarafsız bakış açısıyla geniş bir yelpazede aynaya baktığımızı hissederiz.
“Terzibayırı” adı üç ayrı öyküde anılmaktadır. Anlıyoruz ki yazar için özel bir önemi vardır bu tepenin. İçinden yaşam, yaşanmışlık fışkırır öykülerin. İstanbul’un tüm halleri, semtleri, yüzleri geçer öykülerden. Yansımalı sesler anlatıma doğallık ve güç katar.
Çocukluğuyla hesaplaşması bitmemiş yetişkinler sıklıkla sözü ele alıyor öykülerde. Çocukların bakış, duyuş, algılayış açısıyla yetişkinlerinki arasında fark büyük ve gel gitlerle dolu.
“Kiraz Ağacı” adlı öyküde erkek bakış açısına sahip bir kadının dilinden evin halleri, ezilmişliği, bunun farkına dahi varamayışı ve kendisine benzer bir kız çocuğu yetiştirmesi anlatılıyor. “Anam, güzel anam, evlenmek bu mu?” diye başlayan cümlenin ardına takılıp gelen soru cümleleri okuyanın içini acıtıyor. Sıla özlemi içinde aile iki ülkede de yokluk yaşıyor. Türkiye ve Almanya. Baba, filmin en güzel yerinde elektriğin kesilmesi gibi giriyor, ana kızın köylerine dair hayallerinin içine. Darmadağın ediyor köye, yurda özlemi. Sonra ışığın kapatılmasını emrediyor. Yarın Almanya’da yeni bir iş günü doğacak erkenden… Okurun dikkatini, sorunun merkezine çekiyor yazar. Satır aralarına çözümler gizliyor, bulabilene… Bazı öykülerdeyse okuru zahmete sokmuyor, karşılıklı sohbet havasında çözüm yollarını bir bir işaret ediyor. Hiçbir öyküde samimiyetini yitirmiyor. Her öykü iz bırakıyor; bazıları anlatımıyla, bazıları konu seçimiyle, bazıları acıttıklarıyla, bazıları aydınlattıklarıyla.
Okuduktan sonra, ‘bitti’ diyemiyorsunuz. Kahramanlarını, konularını tüketip bir kenara çekilmiyor Naci Girginsoy, onları içinizde derin bir yerlere yerleştiriyor.
"Dokunuşlar" adlı öykü kitabımın 2007 Naci Girginsoy Öykü Ödülünü almış olması benim için çok anlamlı ve özeldir.
* Tüm alıntılar Naci Girginsoy, Mavinin Ölümü, Aya Kitap (2006), kitabından yapılmıştır.
NOT: 23 - 24 - 25 Mayıs 2008 Eskişehir 4. Öykü Günlerinde İlkay NOYLAN’ın “Ustalara Saygı/Naci Girginsoy Öyküleri Üzerine” kapsamında konuşma metnidir. Patika Dergisinin 62. sayısında yayınlanmıştır.